30 Nisan 2014 Çarşamba

Alaattin Bender Fine Art

Bu sayfa Plastik Sanatlara olan hayranlığım, özellikle de ‘Resim Sanatı’na olan karşı konulmaz tutkum nedeniyle ortaya çıkmıştır. Duygularımı, sırasında sevinç ve coşkularımı, sırasında hüznümü, doğanın bendeki ‘izdüşümü’nü bütün içtenliğimle beyaz bir tuvale döktüğüm resimlerimi, fırçanın paletle olan dostluğunu, renklerin bir dargın, bir barışık halini, hayatın rengini yansıtmaya çalıştım. Avni Arbaş’ın ölümünden sonra kaleme almaya başladığım ‘İz Bırakan Sanatçılarımız’ın arkasından yazmaya çalıştığım özgün sanat yazılarımla sanatçıların dünyasını aralamaya, onların içinden bakan bir gözle dışarıdan gözlemlemeye çalıştım. Sanata duyarlı, sanata sevdalı insanları bilgilendirmek, sevdalarını bir nebze olsun renklendirmek, sanattan korkan, çekinen insanlara sanatın ‘güzel bir şey’ olduğunu, sanata yaklaştıkça hayata yaklaşacaklarını, dertlerden, tasalardan, bencillik ve düşmanlıktan arınacaklarını, bu yolla ruhlarını renklendirebileceklerini anlatmaya çalıştım bu sayfalarda. ‘Sanat paylaşılmak için’ diyerek. Yaşadığım yerlerin, gördüğüm biçimlerin resimlerime yansıması hep oldu. İzlenimcilik kadar resimlerimin her zaman bir ifadeye sahip olduğunu düşünürüm. Resimlerim teknik açıdan ağırlıklı olarak YAĞLI BOYA resimlerimden oluşmakla birlikte, aralarında kuru PASTEL tekniğiyle yaptığım resimlerim de mevcuttur. Resimlerin isim, boyut gibi etiket bilgilerine de bu bölümlerden ulaşabilirsiniz. Kolaylık olması açısından resimlerim türlerine göre de Figür (‘figurative’), Peyzaj (‘landscape’), Natürmort (‘naturmorte’/ ‘ölüdoğa) vb. sınıflara ayrılarak beğeninize sunulmuştur. KOLLEKSİYON bölümündeki resimlerim zaman içerisinde satılan resimlerim olup beğeninilerin çeşitliliğini görmeniz açısından ilgi çekicidir. Mimar-ressam LE CORBUSIER'in dediği gibi "Korkunç bir kavgadır resim. Yoğun acımasız, tanıksız ; sanatçıyla kendi arasında bir kavga. ... Her resim birileriyle konuşmak ister, ama yalnızca ona seslenirseniz sizinle konuşur. Bir tür günah çıkarma, sır verme konuşmasıdır bu." İlk adımdır başlamak, sonra sevmek; resmi sevmek, hem de ölesiye. Artık, renklerdir, biçimlerdir dünyanız. Çalışmak, daha çok çalışmak. Sonuçta hayatın rengidir resim. Resim sizsinizdir. Resim dünyasına hoş geldiniz... SANAT PAYLAŞILMAK İÇİN...
 Alaattin BENDER 2014
www.alaattinbender.com/
Ressam

Resimlerim

Yaklaşma
Her Resim Birileriyle Konuşmak İster








Starry Starry Night

Konuşmalarım


"YILDIZLI GECE"                                                           Van GOGH
Hayatı roman kabilinden bir insan. Filmlere, operalara, hatta şarkılara konu olmuş. "Starry Starry Night" diye başlayan parça gitar eşliğinde anlamlı sözlerle içten bir yorum. İnternette elden ele dolaşan bu iletide Van Gogh'un eşsiz resimlerini bu dokunaklı sözler eşliğinde izlemek gerçekten çok keyifli. İngiliz müzisyen Don McLean, 1971 yılında Van Gogh'un hayatını anlatan kitaptan çok etkilenir. Öyle ki, "Vincent - Starry, Starry Night" isimli şarkının hem sözlerini yazar hem de müziğini besteler. 1972 yılında şarkı İngiltere'de bir numara olur. 1970'li yıllar boyunca Amsterdam'daki Van Gogh müzesinde şarkı gün boyunca çalınır. Gerçekte, Van Gogh "Starry Night" isimli tablosunu Saint-Rémy'de Haziran 1889 tarihinde boyamıştır. Sanki, bu resimle hep büyülendiği parlak yıldızlara ulaşmak, gecenin karanlığında kayan bir yıldız misali bu dünyadan uzaklaşmak istemiştir. Gökyüzüne uzanan selvi ağaçlarını, kilise kubbelerini belki de bu yüzden resimlerinde sıkça kullanmıştır.

Van Gogh'un hayatı babasının ona anlattığı İkarus'un öyküsüne benzer
1853 doğumlu Van Gogh'un hayatı babasının ona anlattığı İkarus'un öyküsüne benzer. "Güneşe uçmayı amaçlayan, belirli bir yüksekliğe varan, ama birden kanatlarını yitirip denize düşen İkarus..." Hayatı boyunca tabiri caiz ise hiçbir işte dikiş tutturamamış, başarıyı tadamamış, kardeşi Theo dışında ailede horlanmış, yalnız bir insan Van Gogh. Bir Papazın oğlu. Başlangıçta kendini dine adamış, insanlardan uzak yaşamakta direnmiş, sonrasında kafasını taktığı teolojik meseleler için hayattaki tek pişmanlığım diyebilecek kadar hayatı gel-gitlerle dolu bir insan. "Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk kapılan bir insanım ben. Ufak tefek veya büyük delilikler, saçmalıklar yapabilecek bir tabiatım var. Yaptıklarımdan az veya çok pişman oluyorum daha sonra" diye tanımlıyor kendisini kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda.



Van Gogh'un hayatı tarih sırasıyla yaşadığı bölgelere göre Hollanda, Paris, Arles, Saint-Rémy and Auvers-sur-Oise olmak üzere 5 safhada incelenebilir. 27'sinde ressam olmaya karar verir. Gençlik dönemindeki resim alım satım işi nedeniyle yaklaşık 7 yıldır içinde olduğu resim dünyası ve sanatın bireyselliği belki de bu kararında etken olmuştur. Gerçekte entellektüel birikimi çok fazladır. "Kitaba karşı hemen hemen karşı konulmaz bir tutkum var" diye yazmıştır mektuplarında. Bir yandan İncili, Michelet'nin "Fransız devrimi"ni okurken, öte yandan Shakespeare'i, Victor Hugo ve Dickens gibi pek çok yazarın kitaplarını okumuştur. Yine bir mektubunda "Shakespeare harika bir adam! Dili, üslubu gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir." demiş; öğrenmek, kendini yetiştirmek, dünyaya daha yararlı olmak için çabaladığını, ancak dört bir taraftan yoksullukla kuşatıldığını, bu nedenle de varmak istediği hedeflerin dışına doğru sürüklendiğini, melankoliden kurtulamadığını belirtmiştir. Van Gogh, kardeşi Theo ile yaptığı anlaşma doğrultusunda Theo'nun gönderdiği harçlıklarla yaşamaya çalışmış, karşılığında yaptığı tüm resimleri ona göndermiştir. Çoğu zaman bir lokma ekmek ile boya tüpü arasında seçim yapmak zorunda kalmışsa da tercihini boya tüpünden yana kullanmıştır. Kısa süreli de olsa Theo'ya yakın olabilmek için bir dönem Paris'te kalmıştır. 

Ona göre hep örnek aldığı gerçek sanatçılardan biri Millet'dir: "Onlar gördüklerini nasıl duyumsuyorlarsa öyle çizmişlerdi." Kopyanın gerçeğinden daha gerçekçi, samimi ve ruh katarak. Akademik desenler baştan aşağı kusursuz bile olsa ona göre eksik, yavan ve tekdüzedir. Yeni birşey söylemez.

Van Gogh'un Güney Fransa'ya (Arles) inmesinin sebebi daha değişik bir ışık görme dileği, parlak gökyüzü altında doğaya baktığında Japonların duygu ve çizgi biçimlerini, öte yandan Delacroix"nın resminin püf noktalarını daha iyi anlama çabasıdır. Ve burada, yıllar yılı boşuna aradığı pek çok şeyi keşfettiğini anlar. Bir dönem atölye evini ("Sarı Ev") ressam Paul Gauguin ile paylaşır. Gauguin'in hırçın, ödün vermez tabiatı nedeniyle sık sık tartışırlar. Bu dönemde kulağını keser. 

Van Gogh'a göre ille de mükemmel şeyler yapma çabası yanlıştır: "Uzun vadede olgunlaşan ve insanın yaptıklarını daha iyi ve doğru yapmasına yolaçan tek şey, biriken deneyimler ve gündelik kusurlu çalışmalar. Böylece tek yol, uzun ve ağır çalışma; ille de iyi şeyler yapma karar ve çabası ise yanlış."

Bunlar benim kelimelerle anlatamayacağım şeyleri söyleyecekler size ...

Önce evlilik, ardından oğlunun doğumu Theo'yu maddi zorluklara itmiş, bunun sonucu olarak da Theo, Van Gogh'a harcamalarını kıstlamak zorunda olduklarını yazmıştır. Bu durum Van Gogh'u çok kaygılandırmıştır. Saint-Rémy dönemi akıl hastanesine yattığı, krizlerle boğuştuğu zamanlardır. Bu dönemin ardından Auvers-sur-Oise'a giderek Dr. Gachet'nin kontrolünde inzivaya çekilmiştir. Van Gogh'un son resminin "kargalar ve buğday tarlaları" olduğu, bu resmini hayatının en son haftasında yaptığına inanılır. Değil midir ki 27 Temmuz 1890 tarihinde buğday tarlalarının içine dalmış ve burada şakağına kurşun sıkarak yaralanmış ve 2 gün sonra da ölmüştür. Zaten, 10 Temmuz 1890 tarihli mektubunda "... Bunlar fırtınalı gökler altında uzanan çok geniş mısır tarlaları... Derin keder, sonsuz yalnızlık ifade etmek için herhangibir zorlamaya başvurmama gerek kalmadı. ... Bunlar benim kelimelerle anlatamayacağım şeyleri söyleyecekler size ..." demiştir.

Ben kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum

Öte yandan son mektubunda sanki Millet'nin"sanat bir savaştır, bu işe baş koymak gerekir"öğüdüne kulak vermişcesine "... ben kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı deli bir insan oldum - olsun, ..." diyerek resim sanatına olan karşı konulmaz tutkusu için yaşamını feda edebilecek kadar yürekli bir insan olduğunu ortaya koymuştur Vincent Van Gogh. 

Van Gogh portrelerinde ifadeye önem vermiş, resimlerine ruh katmıştır. Kendisinin pek çok oto-portresini yapmasına rağmen hiçbir zaman portrelerinde tekrara düşmemiş, o anki ruh halini yansıtmasını bilmiştir hep. Empresyonistlerin (İzlenimcilerin) döneminde yaşamasına rağmen Ekspresyonist (ifade dolu) izler taşıyan resimler yapmış ve kendinden sonra gelen kuşakları derinden etkilemiştir. Boyayı doku halinde kullandığı resimlerinde kendine malolmuş çizgisel fırça tekniği ve kontrast renkler nedeniyle hep bir devinim, bir canlılık sözkonusudur. En durağan konulu peyzajlar bile aslından öte bir dinamizme kavuşmuştur. Sarı rengi sahiplenmişcesine paletinden "Van Gogh sarısı" hiç eksik olmamıştır. Öyle ki, mezarını yine sarı renkli çiçekler süslemiştir. 

Van Gogh'un yokluğuna dayanamayan, oğluna Onun ismini verecek kadar Onu çok seven Theo da bir süre sonra ölür ve ağabeyinin kabrinin yanına gömülür. Böylece dünya resim sanatının, sadece resimleriyle değil yaşamıyla da en renkli, en dramatik, belki de anlaşılması en zor simalarından biri olan Vincent Van Gogh'un kısa yaşamı ardında binlerce resim bırakarak trajik bir şekilde 37 yaşında noktalanmıştır. 

Işık kirliliğinden, kentlerden uzak bir yerde, sabredip bir süre parlak gökyüzüne baktığınızda kayan bir yıldız göreceksiniz. İşte o an bilin ki Van Gogh size sesleniyor: "Starry Starry Night." Van Gogh'a saygılarımla... 

Kaynakça: "Van Gogh - Theo'ya Mektuplar" Ada yayınlarınca basılan Pınar Kür tarafından dilimize çevrilen kitap.
Not: "Starry Starry Night" isimli Van Gogh sunumunu izlemek isterseniz yukarıdaki web sayfasından bana mesaj atmanız yeterli.
 

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
 
HER YER, HİÇ BİR YER
Turan EROL
Turan ErolSevgili sanat dostları. Söbütay Özer, Orhan Peker, Fikret Mualla, Aliye Berger derken yazılarımız neredeyse dizi haline geldi. Yazı dizimizin beşinci ayağında halen Ankara'da yaşayan ressam Turan Erol'u tanıtmaya çalışacağım. Turan Erol ismiyle ilk tanışıklığım, İstanbul'da İstiklal caddesinde dolaşırken bir kitapçı vitrininde rastladığım kitabın kapak resmindeki "mavi tekne iskeleti"ni görmem ile birlikte olmuştur. Sanırım bir on yıl kadar önceydi. Ön planda inşa halinde mavi bir tekne iskeleti, yanıbaşında beyaz bir gümbet (su sarnıcı), arka planda mavi berrak gökyüzü altında sıra halinde şirin, beyaz Bodrum evleri. Retrospektif niteliğindeki birbirinden güzel resimlerle donatılmış bu kitap Ada yayınları tarafından 1989 yılında yayınlanmış idi.

"Çizgi, renk, leke, benek" diyordu Bedri Rahmi resmin yapı taşlarını sıraladığı "Resme Başlarken" kitabında. Değil midir ki, O Turan Erol'un Akademideki hocasıdır. Gerçekten de Reis'in bu öğüdüne sıkı sıkıya sarılmıştır. "Bedri Rahmi'nin yazıları, şiirleri ve resimleriyle bende özellikle 1947 sonlarına kadar büyüleyici, alt üst edici ama olumlu etkileri olmuştur" der Turan Erol. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi Reis, sadece Turan Erol'un değil, Orhan Peker'in de hocasıydı. "Orhan Peker'in paletini düşünürsek, Turan Erol onun karalarını beyaza bulamaya gelmiştir sanki. Resmi aydınlık, duru doğanın resmidir. Dışarıda, hep dışarıdadır gözü. Orhan Peker'in tersine, O daha çok dışarısını dünya diye kabullenmiştir." der İlhan Berk.

Turan ErolHer akşam, iş çıkışı turnikelere kartımı basarken hep aynı turnikeden geçmeye gayret eder, turnikeye yaklaşırken başımı sağa geriye doğru çevirir ve ilerideki pencereden sızan Banka Kolleksiyonundaki "Kıyı" resminin aydınlanmış görüntüsünü pek zahmetli bir açıdan yakalamaya çalışır, adeta mıh gibi hafızama kazırım. Yaklaşık 70x100 cm. ebadındaki bu resmin neredeyse tamamına yakınında sabah sisinde el ele tutuşmuş deniz ve gökyüzü boyanmış; deniz nerede başlar, gök nerede denize kavuşur bilinmez adeta. Bu geniş gri (beyaz-mavi karışımı) lekenin altında, resmin yaklaşık 1/5'inde kara, (kahverengi, siyah, mavi renklerin eridiği) sanrılı bir leke hakim. Bu lekenin içerisinde ise birbiri üzerine istiflenmiş belli belirsiz tekneler. Yer yer de kahverenginin sıcak kırmızı tonuna bürünmüş bir tuşe ve kirli sarı bir tuşe ile resmin silkinişi, dışa vurumu. Bu resme bakarken insan sanki bir düş görür gibidir. Yahya Kemal'in "Sesiz Gemi" şiirini anımsatır gibi; ne gelen var ne giden…

Turan Erol resimlerinden bir seçki yapacak olsak; Ağrı dağı, tekne kaburgaları (iskeleti), Bodrum görüleri, kömür dağıtım yeri, Milas'ın kemerli taş köprüleri, gecekondular, bozkır, kent görünümleri ile enginar çiçeklerini resmettiği nature-morte resimlerini sıralayabiliriz. Sanatçı, aslında Ağrı dağını hiç görmemiştir. Ancak, Ara Güler'in fotoğrafından izleyebilmiştir o yüce dağı. Van Gogh misali yıldızlı bir gecede ışıldayan mavilere bürünmüş karlarla kaplı Ağrı dağının eteklerindeki, pencerelerinden ışık sızan, kapıları aralanmış, karanlığa bürünmüş bacaları tüten dam evler. Gerçekten lirik bir anlatıma ve gize sahiptir Turan Erol'un bu resmi.

Turan ErolBenzer bir gizi 1986 tarihli "Kömür Dağıtım Yeri" resminde de görürüz. Kimin aklına gelirdi ki, çocukluğumuzdaki kömür taşıyan torbalı at arabalarının bir resme konu olabileceği. At arabalarının arka planında kara kömür vagonları ile güneş batarken sarı kepçeler. Kim, hangi cesaretle ve iştahla is kokan, karalara-grilere bürünmüş kömür deposunun içine dalacak ve oradan 1m. x 3m. boyutunda anıtsal bir resim çıkaracaktı. Tabii ki Turan Erol.

Tekne iskeletlerine gelince. İlk, onun resimlerinde gördüm onları. Sonra Bodrum'a ilk gidişimde İçmeler'de keşfettim tekne yapım yerini. Devasa tekneler, Bodrum guletleriydi bunlar. Korunmak için özel hangarları vardı. Hemen her gidişimde de uğramadan edemedim. Yalıkavak'ta, Türkbükü'nde hep izledim onları. Gerçekten, kısa boylu, tıknaz Bodrum'lu ustalar iç içe geçmiş yüzlerce yaydan, yatay-dikey ahşap burgalardan sabırla, titizlikle uzun zaman sürecinde inşa etmekteydiler bu tekneleri. En az onlarınki kadar sabır ve titizlik isteyen güç bir uğraş tekne kaburgalarını resmedebilmek. Değilmidir ki, sakin, ağırbaşlı, disiplinli, akılcı ve dengelidir Turan Erol; o halde zoru başaracaktır. Bu arada, Onun resimlerinde bisiklet öğesine sık sık rastlarız. Bir resminde bisiklete binen bir figür görmekle birlikte, çoğu zaman bisiklet tekne iskeleti önünde sere serpe yerde uzanmaktadır. 1927 Milas doğumlu Turan Erol, o buruk, ezik çocukluğunu anlatırken "Çocukluğumu düşününce bana o günlerden kalan anıların pek tatlı olmadığı sonucuna varıyorum. Epeyce külüstür yetiştiğim bir gerçek. Bisiklete binmeyi bile bilmem. Yalnız ata binerdim. Hem de deli gibi sürerdim..." der. Kimbilir, belki de Onun resimlerinde bisiklet öğesinin yer alışının bir nedeni de bu buruk çocukluk anıları olabilir. Öte yandan, tekne iskeletlerindeki yaylar-eğrilerle bisiklet tekerlerindeki eliptik-dairesel görünüm Turan Erol resimlerinin ölçüye, düzene, geometriye sıkı sıkıya bağlı oluşunun bir sonucu olsa gerek. Milas'ın kemerli taş köprüleri üzerinden geçen atlı, bisikletli figürlerin yer aldığı resimleri de yine bilinçaltındaki çocukluk dönemi ile ilişkilendirmek yanlış olmaz sanırım.

Turan ErolSanatçı, Milasta geçen ortaokul yıllarındaki anılarından bahsederken adı ressama çıkmış arkadaşı Nihat ile birlikte bir pastanede asılı olan Murillo'dan kopya edilmiş olduğunu sonradan öğrendiği zenci çocuk portresine olan hayranlıklarını, daha çok da özentisiz, rahat fırça vuruşlarının kendisini daha çok ilgilendirdiğini belirtir. Nitekim, bu tavır Turan Erol resimlerinde bir imza niteliğinde hep kendini gösterir. 1951'de Güzel Sanatlar Akademisini bitirdikten sonra 1960 yılına kadar Diyarbakır'da resim öğretmenliği yapar. Diyarbakır dönüşü hayatını sürdüreceği bozkır şehri Ankara'ya yerleşmesiyle birlikte görü (peyzaj) resimleri daha bir üretkenlik ve olgunluk kazanmış, süssüz, yalın bir anlatım diline bürünmüştür. Sanatçı, On'lar grubunun üyeleri arasında yer alır. 1955 yılında Meclis'in hazırladığı Vilayet Resimleri yarışmasına seçilince sanat yaşamı ivme kazanır. 1961-1964 yılları arasında Fransız Hükümetinin bursuyla Paris'te çalışmalar yapmıştır. 1963-1973 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsü'nde öğretim üyesi olarak görev almış; 1987 yılında profesör olmuştur. Devlet Resim, TRT Resim yarışmaları başta olmak üzere pek çok ödüle sahiptir. Sanatçının "Ulus" gazetesinde "Defterimden" başlığıyla kaleme aldığı yazıları ayrı bir değer taşır.

Sonuç olarak, Turan Erol'un cümleleriyle onun doğaya bakışını özetlersek; "Çevreme bakıyorum, ama çevremi yansıtmak kaygısıyla değil; başka kaygılarım olduğunu görüyorum. Doğaya- dolayısıyla çevresine- çok bakan bir ressam olduğum halde, hiçbir resmimde doğa verilerine, "doğal olan"a sadakat gösterdiğim (öyle sanılsa da) söylenemez. Hatta diyebilirim ki, ben çevreme bakarken imgelemimde, "tin"imde varolan bir biçim ve içerik ilişkisinin, bir sezginin doğadaki karşılığını, benzerini arıyor gibiyim. … Adeta, doğadan bir onay bekler gibiyim."

Yine ne kadar şanslıyım ki, Ankara'da Helikon Sanat Galerisindeki sergisinden epeyce sonra yaklaşık iki yıl önce, İstanbul Beyoğlu'nda, restore edilmiş yeni AKBANK Kültür ve Sanat Merkezinin enfes iki katlı Galerisindeki retrospektif nitelikli "Seçki" başlıklı görkemli Turan Erol sergisini izleme fırsatını elde ettim. Kimbilir, bu izler (Avni Arbaş, Orhan Peker ve Turan Erol) belki bende de bir yol bulur mu bilinmez; bunu zaman gösterecek.

Kaynakça: -Ada yayınları tarafından 1989 yılında yayınlanmış Turan Erol kataloğu.
-Mart 1998 tarihinde Yapı Kredi Yayınları tarafından bastırılan Turan Erol kataloğu.


Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
 
     BAŞKA, BAMBAŞKA                                          Orhan PEKER

Ressam Orhan PEKER ile ilgili aşağıdaki yazım "BAŞKA, BAMBAŞKA" 20 Haziran 2004 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi - Kültür sayfasında (syf.14) yayınlanmıştır!
Yazıyı sesli okumak için yandaki linki tıklayıp bekleyiniz!  Sesli dinlemek için tıklayınız
Orhan Peker - Oto PortreSevgili sanat dostları. Başka, bambaşka gözlerin ardında saklı resimlerdi onlar.

Liseyi bitirdiğim yıllardı. Sanırım, bir yılbaşıydı. Rahmetli babamın getirdiği Meteksan takvimindeki resimler çok dikkatimi çekmişti. Alnında püskül beyaz bir at başı, topraktan fışkırırcasına bir Aşık Veysel portresi, kocaman gagalarıyla kara kargalar, duvar kenarında terkedilmiş tek kürek, başlangıçta ne olduğunu o zamanlar çok kestiremediğim koşuşturan tulumbacılar (itfaiyeciler) çok net hatırladığım resimlerden bir kaçı. Öyle ki, bu resimlerin pekçoğunu asetatla kaplayıp evimizin duvarlarına astığımı dün gibi hatırlıyorum. Hatta, tulumbacılar başlığının yanında yer alan "litografi" kelimesi öylesine belleğime kazınmıştı ki, neden sonra anladım bunun bir baskı tekniği olan "taşbaskı resim" anlamına geldiğini.

"Avni Arbaş, ne kadar kükremiş, şaha kalkmış, Kuvayi Milliye atlarının ressamıysa Orhan Peker de o denli yorgun, bitkin araba atlarının, beygirlerin ressamıydı" der Ferit Edgü. Öte yandan, Orhan Peker'in "Hüzünlü At" adlı resmine ilişkin olarak da "Boynunda yem torbası, başı hafif öne eğik, boyu ve ayakları olağanüstü uzun, toynakları resmin dışında kalmış bu at, duvarda yerini aldığından bu yana, içinde bulunduğu mekana bir yalnızlık yaymaya başladı." diye sürdürür.

Şair-ressam İlhan Berk ise "Orhan'ın bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölüdoğa resimlerinde olsun içten içe hep bir yalnızlık, acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki. Bu ilk anda vurmaz, yavaş yavaş işler insana. En sonra vurur. ...Orhan'ın yaşamı gözlerine vurmuştur. Öte yandan, bu gözlerden vuran ise yalnız ve yalnız hüzündür. Bu yüzden onlara göz olarak bakmadan önce hüzün diye bakmalı. Bunca yalnızlığı, hüznü bu gözler nereden toplamıştır diye düşündüğümde, öyle kolay kolay bir yere oturtamadım." demektedir.

Kendi eliyle yazdığı kısa yaşam öyküsünde de belirttiği gibi 1927 doğumlu Orhan Peker, daha çocukluk yıllarında ak kağıda damlayan siyah mürekkep lekelerinde çekici, ekspresif biçimler görmeyi başarabilmiştir. 1942 yılında Sankt Georg Avusturya lisesinde yatılı okumaya başlar. Ancak, 2. Dünya Savaşının sona ermesiyle okul kapanır ve 1945 yılında Turan Erol ve Fikret Otyam ile birlikte Akademide Bedri Rahmi Atölyesine kaydolur. 1947 yılında arkadaşlarıyla birlikte 10'lar grubunu kurar. Akademiyi bitirdiğinde öğretmen olmayı hiç düşünmez. Resim yapabilmek ve hayatını kazanmak için çeviri, tiyatroda dekoratörlük, tercümanlık, kitap resimleme gibi yan işlerle de uğraşır. İlk kişisel sergisini 1953 yılında İstanbulda Cep Tiyatrosu'nda açar. 1956 yılında Salzburg'da "Oskar Kokoschka Yaz Akademisi"nde ustanın bir resmini kopyalar ve Kokoschka, kendi resmine çok benzeyen bu resme hem kendi imzasını atar, hem de "Aslı ile karıştırıyorum" yazar. 1959'da Ankara'ya yerleşir.

1960 yılında Samanpazarı yangınına tanık olur. Bu yangın, Orhan'ı çok etkilemiştir. Enkaz içinde dolaşır. İtfaiye Müzesini gezer. Ve sonuçta "tulumbacılar" konulu seri resimleri ortaya çıkar. Ellerinde hortumlar sağa sola koşuşturan tulumbacılar. İtfaiyecileri atlar izledi. Sokağa her çıkışında rastladığı hep de arabalara koşulmuş, üzgün, sesiz yük beygirleri; kimi zaman yem torbalarına gömülmüş beygirler. Tek başına ya da kümeler halinde. Sanki yığın insanları anlatır gibi. Hep de hüzünlü. Sonuçta, 1965 yılındaki Devlet Resim Yarışmasında "Beyaz Atlar" resmiyle gelen birincilik ödülü.

1967 yılında Özden Erdem (kendisi hayatta olup, tanışma fırsatı elde ettim) ile evlenir. Artık Özden ve siyah-beyaz kedisi "Başka" (kedisinin adı) da yerini alır resimlerinde. Ak ile kara değil miydi Orhan'ın temel renkleri? Şezlongda Başka, Gramofon dinlerken Başka, anlayacağınız Başka, Bambaşka resimlerdi onlar. Derken ayrılık.

Güvercinler de onun ana temalarından biriydi, değil miydi ki hep etraftaydılar. Tekli, ikili, sinmiş, bir köşeye çekilmiş üşüyen güvercinler. Ve diz çökmüş ikili üçlü kara mandalar. Bunca melankoliye karşın Peker, en canlı olanın da en canlı rengin de hakkını asla yemedi. Öfkeli ibiğiyle dünyaya horozlanan horozlarında, kırmızı gramafonlarında, kırmızılı şezlonglarında, kırmızı sandalyesi, mavi çaydanlığında, kırmızılı ev ve karpuz dilimleri resimlerinde de bir o kadar çarpıcıydı. Peker'in bir başka ilginç yanı da gazete kağıdından keçeye, polistiren köpüğe kadar çok ilginç malzemeler üzerine de resim yapmış olması idi. Dışavurumculuk, Peker'in resimlerinde hep ağır basmış; konu sıkıntısı hiç çekmemiş, yanıbaşındaki bir tuzluk ve yumurtayı dahi cesaretle resmedebilmişti.

Orhan Peker'in Aşık Veysel portresinin (TRT yarışmasında başarı ödülü kazanmıştır) yanına Aliye Berger ve Ragıp Buluç portrelerini de dışavurumcu örnekler olarak katabiliriz. Ancak, Aliye Berger portresi İlhan Berk'in dediği gibi "bir çığlık bir yangındır sanki. Asıl da bir renk cümbüşü."

"Resim sanatında her şeyden önce içtenliğe inanırım. Sanatçı topluma bu yoldan varabilir. Sanatçı her şeyden önce içinden geldiği gibi çalışmalıdır. Sürekli ve içtenlikli bir çalışma sanatçının dilini yapar. Gerçi üslup bir tutsaklıktır gerçekte. Üstelik günümüzde fabrikasyon yapan patent ressamları da alabildiğine çoğalmıştır. Bunların ünlerinden ileriye fazla birşey kalacağını sanmıyorum. Ben değişmeyi (ana görüşlerden sapmadan) doğal buluyorum" diye yazmıştı Orhan Peker.

Öylesine içerdi ki Orhan Peker. Arkadaşları onun ertesi gün kalkamayacağından endişelenir iken onları demir gibi ayakta karşılardı. Ancak, sonunda vücudu da isyan etmiş ve benden bu kadar dercesine sarılığa yakalanmıştı. Orhan Peker'in son haberini alan eski dostu Fikret Otyam şöyle yazar: "Almıştım o kara haberi, o kara haber ki telgraftan tez gider, tez dağılır. Orhan karaciğer kanseri idi, Orhan siroz idi. Sarılık idi ki bunların hiçbirisi de iflah ettirmezdi adamı..." 1978 yılının 29 Mayıs akşamında Orhan Peker eserleri ve dostlarıyla vedalaştı...

Sanat, paylaşılmak için.

Kaynakça: -1994 tarihinde Milli Reassürans Sanat Galerisi tarafından bastırılan Orhan Peker kataloğu.
-Şubat 2002 tarihinde Milli Reassürans Sanat Galerisi tarafından bastırılan Orhan Peker kataloğu.


Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
 
    BU KALP SENİ UNUTUR MU                                         Nuri İYEM'in Ardından...
Nuri İyem yüzlerle, çehrelerle sarmalıyor insanı önce. Sonra gözler. O gözler ki asla ve asla yalan söylemezler. Annesi küçük kızıma emin olamadığı zaman "konuşurken gözlerime bakarak söyle" derdi. Kızım da yalan söylemişse "pis gözler" diye karşılık vererek söylediği masum yalanı açığa vururdu. Dilerseniz, İyem'in portrelerindeki "göz"lerin hikayesini kendisinden dinleyelim:"...Annem yaşlı bir kadındı. Son çocuğuyum ben. Ablam bana baktı. O kadar ki, ben annemi pek sevmezdim açıkcası. Ama ablama bayılırdım. Beni dayaktan, her türlü fırtınadan korurdu... Korkunç şekilde seviyordum onu, her zaman onun peşindeydim... Anne diye bağırmazdım, abla diye bağırırdım... Uyandığım zaman bir bakardım, gözleri üstümde... Ondokuz yaşında evlendi, ilk çocuğunu doğururken de öldü. Ve bir suçluluk duygusu var bende şimdi. Sanki ben ablamı kurtarabilirdim. Buna benzer tuhaf şeyler yaşadım ben. Resimle uğraşmaya başladığımda hep bir kadın vardı. İlk zamanlar çok kötü şeyler yapıyordum. Giderek bu kadın portresi gelişti bende. Sonunda... "göz" benim tablolarıma giriş için bir anahtar olmaya başladı." Bakışlar, kayan gözler, mahzun bakışlar. Ne diyor bir resminde Nuri İyem: "Aşar gider/Bir gözleri sürmeli/Gecekondu güzeli."

Ve yavuklular; sevgi dolu, saygı dolu, yürek dolu. Gözleri ışıl ışıl parlayan. Bakışlarda hep bir incelik, bir zerafet. Ya "Mavro Memet ile Menekşe"nin aşkına ne demeli. Resmin arka planında laz takaları geçmekte, Memet ise ağlarını tamir etmekte, lakin aklı fikri Menekşe'de; yavuklusu ise belli ki onu düşünmekte. Yine sevdalı bir kız sevdiğinden mektup almış, mektubunu bağrına basmış, belli ki onun sıcaklığını yüreğinde hissetmekte. Sevdiği ona seslenmekte: "Selvi Boylum, Al Yazmalım" diye. Güvercin uçuran kızların coşkusu, umudu, düşleri dile geliyor İyem'in resimlerinde. İyem'in kadınlarının ağzını bıçak açmıyor. Hepsi suskun, gerçekte sadece gözleriyle ve bakışlarıyla konuşuyorlar. Sadece ve sadece haykırmak, acılarını, ağıtlarını dışa vurmak için ağızlarını açıyorlar.

Ve göçerler; umudun peşinde koşan. Sırtlarında heybeleri, heybelerinde bebeleri, kağnılarında yükleri, yürümekteler köyden kente. Sırtlarında hayatın yükü, yorgun ve biraz ürkek. Biraz ötelerinde bir otobüs sanki onlara nazire edercesine. Ve inmişler kente… Herbiri yeditepeli şehrin bir köşesinde, başlarını sokacak iki göz evlerini inşa etmekte. Akşam olup karanlık basınca siyaha yaklaşan karalara boyanmış tepelere, kayalara serpiştirilmiş gecekondularına dönmekteler. Yollar uzaklara uzayan, uzadıkça da kollara ayrılan, ayrıldıkça da yitip giden uçsuz bucaksız yollar. Yollarda yitip giden insanlar, siluetler; tezgahını, tablasını yokuş yukarı süren, evine ulaşmaya çalışan seyyar satıcılar. Bunları okuyorum İyem'in resimlerinde. Sanatçının hemen her resminde karşımıza çıkan, yılan gibi kıvrılan uçsuz, bucaksız yollar. Gerçekte yolların başladığı yer de, bittiği yer de koca yürekli bu adamın kalbine çıkmakta. İşçiler, emekçiler, grev gözcüleri. Sanki bir toplumun belleğini gözler önüne serer gibi. Belli ki yaşamış, belli ki unutmamış, hatırlamış ve hatırlatmakta. Toplumsal gerçekçiliği benimsemiş bir ressama da bu yakışmakta.

Peyzajlara gelince. Acı turuncuların, yeşillerin, acı kahve tadındaki renklerin, kirli morların hakim olduğu, yalnızlığı ve gizemi çağrıştıran rüya alemindeki tasvirler. Gecenin ıssız karanlığında, ağaçların kuytusunda, bulutların gölgelediği ayışığı altında tekbaşına tek katlı bir ev. Pencerede bir ışık, bacada inceden inceye bir duman tütmekte. Çoğu zaman ıssız, nadiren bir iki figür lekesi; sanki karanlıkta yitip gitmekteler gibi. Ahmet Haşim'in karanlığa sevdasını hatırlatan türden hep bir karanlık, ama hep de ayışığı. Ak ile karanın dengesini arar gibi; saklambaç oynar gibi. Ve göller, ırmaklar, denizlerde yansıyan siluetler. Hepsi birer rüya tasviri gibi.

Otoportresi neredeyse yok denecek kadar az olan Nuri İyem'in sanatçı portrelerinden ikisi özellikle dikkat çeker. İlki heykeltraş Şadi Çalık'ın portresi. Uzun, ince yüzlü, kabarık saçlı, top sakallı üçgen formundaki, filozof edalı, kaşlardan biri kalkmış hayli düşünceli bir adam. İkincisi Bedri Rahmi Eyüboğlu. Geniş yüzü neredeyse tuval yüzeyini kaplamış, saçların bir kısmı dışarda kalmış, sanki kedi edasıyla biraz karikatürize edilmiş ifade yüklü birbaşka portre.

1915 doğumlu Nuri İyem 7 yaşında ablasını, 19 'unda babasını 38 yaşında ise annesini kaybeder. Okul yıllarında aklı fikri resimdedir. 1937'de Güzel Sanatlar Akademisi'nde Nazmi Ziya, Hikmet Onat, İbrahim Çallı ve Leopold Levy atölyelerinde çalışarak birincilikle mezun olan İyem, "D" grubuna tepki olarak başta Avni Arbaş ve arkadaşları ile birlikte Türk resim tarihinde ilk kez toplumsal gerçekçi resmi savunan Yeniler Grubu'nu kurar. Grubun ilk sergisi liman şehri İstanbul'u anlatan "Liman Sergisi"dir. Mezuniyetten sonra Beyoğlu-Asmalımescit sokaktaki çatı katındaki atölyesini birkaç arkadaşıyla paylaşır. Bu arada aralarında ünlü ressam Ömer Uluç'un da bulunduğu "Tavanarası Ressamları" adıyla anılan gruba resim dersleri verir. Sanatçı 1944 yılında Akademi'nin yüksek bölümündeki diploma konkurunu "Nalbant" isimli resmiyle kazanmasına rağmen yurtdışına eğitime gönderilmemiştir. Oktay Akbal 1980 tarihli yazısında "Kimse inanmaz; bir Nuri'dir gelmiş geçmiş Türk ressamları arasında Avrupa görmeyen…Bugün adı ünlüye çıkmış Türk ressamlarımız, heykelcilerimiz Paris kaldırımlarında birkaç yıl dolaşmışlardır. Müzeleri, kahveleri tatmışlardır. Bir Nuri İyem'le eşidir Paris'i bilmeyen, görmeyen, bilmek için de aşırı tutkusu olmayan… Tanpınar'ın o dediği yapıtları, müzeleri yakından görmedi. Demek ille de görmek, gezmek değil sanatçıyı büyük ve önemli kılan; kendi iç zenginliği, aydınlığı içindeki o mücevher." diyerek İyem'in sanat gücünü övmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar Hoca ise Nuri İyem'i bir "yaratılış mucizesi" olarak tanımlamaktadır.

Kısa bir dönem soyut resim de yapan İyem, resimde içeriğin önemini şu şözlerle vurgulamıştı:"Bir şeyi çizerken bir yandan yargılarım. Her resimde biçim sorununu öne alıyorum. Hiç bir zaman biçimsel ilişkilerden yola çıkarak bir resmi bitirmedim. Mutlaka içeriği vardır." İyem, resimlerinde yüreğinin sesini dinlemeyi ihmal etmemiştir. Adeta ruhunu, boyadığı resimleriyle özdeşleştirmiştir. Sanatçı resimde seyirciyi çok önemsemiş, evlerdeki ve işyerlerindeki duvarlara resim ve diğer sanat eseri koymanın ne denli zarif bir mutluluk kaynağı olduğunu halka anlatmayı kendi adına başarabilmiştir. Nuri İyem'in sanat yaşamında vazgeçmediği iki ilkeden birincisi hertürlü zorluğa göğüs gererek ekmeğini resim yaparak sanatıyla kazanmak, diğeri Türk resminin kendi öz kaynaklarından beslenmesi zorunluluğunu kitlelere anlatmak. Bunu yaparken hiçbir zaman kolayı seçerek resmini folklorik öğelerle bezememiştir. Aydın olmanın sorumluluğunu herdaim hatırlayarak toplumsal gerçekçi resimler yaparken dahi insan gerçeğini, duyguları, sevdaları hiç ihmal etmemiştir.

Nuri İyem, 70 yıIlık sanat yaşamında 4 bine yakın tabloya imza atmıştır. 1956'da Venedik, 1957'de Sao Paulo Bienali'ne katılan İyem sağlığında belki de bugüne kadarki en büyük retrospektif sergisine tanık olmuştur. 2001 yılında eski TÜYAP Tepebaşı Sergi Sarayı'nda açılan "Dünden Yarına Nuri İyem" sergisinde sanatçının tam 1523 tablosu yer almış, sergideki tüm eserler kayıt altına alınarak sertifikalandırılmıştı. Gelinine ait "Evin Sanat Galerisi" tarafından hazırlanan Sanatçıya ilişkin yazı ve resimlerin yer aldığı kapsamlı bir kitap ve CD Sanatçıyı onurlandırmıştı.

İyem'in kadınlarının ağzını bıçak açmıyor. Hepsi suskun, hepsi ağlamaklı. Resimleri "Babalar Günü"nde "Baba"sız kaldı. "Bu kalp seni unutur mu" Nuri Hoca. Nuri İyem'e saygılarımla.

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
"TOPRAK ADAMLARI"
Neşet GÜNAL
Neşet Günal’ın resimlerine bakmak yürek ister, cesaret ister. O gözlerle, o ellerle, o yüzlerle bir an için bile gözgöze gelmek ürkütür insanı. Siz, biz “yürek dayanmaz” diyerek bakışlarımızı kaçırırken Neşet Günal’ın o resimleri yaparken, geçmişte yaşadığı anıları tekrar depreşirkenki  hali nicedir, bilir misiniz? Hemen hepsi tanıdık yüzler değil midir onun için: ‘Mehmet’in Oğlu', ‘Kolsuz Durmuş’un Kadını, ‘Kör Hasan’ın Oğlu' ve daha niceleri... Zira, ‘‘Benim kişiliğimi oluşturan resimlerimde anlatılan, içinde yaşadığım toplumsal ve doğal ortamın insanları, bana en yakın olan toprak adamları, yaşamlarını her yönüyle tanıdığım insanlar’’ sözü aynı havayı soluduğunun, aynı toprağı sürüdüğünün, aynı dikene bastığının, aynı güneşin yaktığının ve aynı korkuları/korkulukları paylaştığının resmi değil midir? Zaten, yine “Resim benim için bir oyun değil, azaplı bir süreçtir’’ deyimiyle tuvale acıları kazıdığını belirtmez mi? Hepsi olmamakla birlikte toplumsal gerçekçi sanatçılar “Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın” seçimini çemberin, hayatın, gerçeklerin içinde yer almaktan yana kullanırken Neşet Günal bir adım daha öne çıkarak, sırasında anlattığı, resmettiği figürlerin yerine koyar kendisini.Bir andız fidanı gibi
Dilerseniz, gelin şimdi, o yoksul, o kıraç Anadolu köylerinde, toprak damların önünde yürek sızlatan yalınayak Neşet Günal çocuklarına bir göz atalım. 1983 tarihli 138X83 cm boyutundaki ‘Mehmet’in Oğlu' adlı resim yürek parçalayan dramatik bir resimdir. Sol gözü kör olan bu bebenin başı sola doğru yaslanırken koşut olarak omuzu sağa düşmektedir. Belli belirsiz kamburu boynunu öne düşürmüştür. Ayakları ve elleri ‘hazırol’da bekler gibi vücuduna bitişiktir. Saçı dahi asimetrik biçimde sanki tek hamle ile kırpılmış gibidir; önde tepede uzun, yanlarda kısa, ama sarkıktır. Giydiği beyaz urbanın üzerine tek düğme ile iliklenmiş ceketteki ve yalınayak yere bastığı gölge topraktaki koyu lekeler saç hizasında resmi yatay olarak bölen koyu renkteki toprak damlı evlerle dengelenmiştir. Kaşlardaki kırıklık, alındaki kırışıklık, dudaklardaki suskunluk çaresizliği, yoksulluğu, kabullenişi ortaya koymakta, bakanın yüreğini dağlamaktadır. Neşet Günal’ın resimlerindeki çocuklar bir andız fidanı gibi orta yerde toprağın üstünde ‘anadan üryan’ büyüyen çocuklardır.
Sanatçının ‘Duvardibi’, ‘Kapı önü’, ‘Sorun – Sorum’ gibi dizi resimlerinden biri de ‘Korkuluk’lardır. Bu korkuluklar “bostan korkuluk”larından öte bir anlamı barındırırlar resimde. ‘Antropomorfik’* görüntünün ötesine geçerek sanki gerçekten yaşayan hayaletlerin ruhunu, hatta ve hatta suretini barındıran, bir gerilim ve korku yayan, terkedilmiş, ıssız bir mekan hissi uyandıran korkuluklardır bunlar. Bu yaratıda birbirine dik çatılmış iki değnekten hareketle sanatçının kostüm tasarımında ulaştığı çizgi had safhadadır. Çocuklar hep de korkulukların önünde kümelenmişler, kimi zaman da korkuluklara tutunmuşlardır. Sanki yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Bir çelişki gibi görünse de ne kadar yalnız, ne kadar yardıma muhtaç olduklarını sergilemek açısından oldukça vurucu bir metottur bu. Daha da ötesi insan boyundaki sıradan gibi görülen bir korkuluğu tek başına resimlemek cesaret işidir. Çitler üzerine asılmış hayvan kurukafaları, ‘duvardibi’ resimlerinde duvar yapımında sıralanmış taşların oylumlarının büründüğü yaratıkları çağrıştıran gerçeküstü görüntüler, 1964 tarihli “Sorun” resminde salıncağa yatırılmış bebeğin üzerinde gölgelik yaratmak  kaygısıyla çomaklardan ve örtülerden oluşan cibinliğin çağrıştırdığı çiroz bir öküz görünümlü  tüm bu fantazist öğeler konunun anlatımına, izleyiciye ulaştırılacak mesajın yoğunluğuna katkı sunmak için titizlikle seçilmişlerdir.
 “Eller, eller, eller...”
“Eller, eller, eller...” Sıkılmış yumruk olmuş, bilekte düğümlenmiş, öfke dolmuş koca koca eller. Mengene haline dönüşmüş elleri bütün çıplaklığıyla görebiliyorsunuz. İkinci baştakinin sağ kolu yok. Beşi de suskun, beşi de küskün, sırtını dönmüş size ‘Duvardibi’nde (‘Duvardibi-IV resmi; 210x139 cm, 1975). Yalınayak toprağa basan koca koca ayaklar üzerinde yükselen bu ‘beşi bir yerde’ toprak adamı sanki bir labirentin içerisine hapsedilmiş maküs talihlerine inat birer anıt gibi dikilmiş karşıdaki beş viran kapısız ve dahi penceresiz dama, gerçekte daha uzaklara bakmakta.
Resimlerimin bir ucundan bir ucuna bir hikâye, bir dram söz konusudur
1950’lerin ortasından itibaren Neşet Günal’ın resimleri monokrom denilebilecek derecede renkten yoksun olmasına karşın ‘bunca güçlü anlatım, bunca çığlık nasıl mümkün olabiliyor’ diye soruyorum kendime. Ekspresyonist ressamlardan Munch’ın “çığlık”ını gözümün önünde canlandırıyorum. Şiddet, gerilim çağrıştıran bu renklerin hiçbirisi yok Günal’da. Sanırım cevabı verecek anahtar kelime “tiyatro” ve teatral kurgu olsa gerek. Nedir tiyatronun gücü? “Keşanlı Ali Destanı”nı izlediğim o çocukluk günlerime dönüyorum: O ne performanstı, o ne biçim bir oyunculuktu, o nasıl bir sahne dekoruydu, nasıl bir kıyafet şöleniydi o? Gerçekte öyle bir destan yaşanmış mıydı, yazılmış mıydı; bilmiyorum! Ama bildiğim şu ki, o gün izlediğim ‘oyun’ gerçeğin ta kendisiydi. Toplumsal gerçekçilik akımına bağlı gibi görünse de Neşet Usta anlatacağı konuyu tıpkı sahneye konulan bir oyun gibi tasarlıyor. Önce doğru figürlere yer veriyor. Tuvaldeki sahne ve kompozisyon tasarımını doğru yapıyor. Figürler seslenemese de tıpki bir ‘pantomim’ sanatçısı gibi vücut hareketleriyle ya da bakışlarla en yalın biçimde anlatıyorlar ressamın zihninden, belleğinden geçenleri. Tam da bu noktada sözü Neşet Günal’a bırakıyorum: “Benim gerçekçiliğim, bana özgüdür. Dayanakları Anadolu insan gerçeği ve Anadolu yaşam gerçeği. ... Benim gerçekçiliğim doğrudan doğruya resmimin içeriği ile ilgili bir gerçekçiliktir. Bu gerçeklikten hareket ederek resmimin biçimsel sorunlarını oluşturuyorum. ... Bende dışavurumcu öğeler de var. Gerçeküstü, hatta bazen fantazist öğeler de var. Tümü benim gerçekçi tavrımı belli bir yoğunlukta seyirciye aktarmak için kullandığım öğelerdir. ... Benim büyük kompozisyonlarım gerçeğin yansıtılması değil; gerçeğin akılcı bir yolla yeniden düzenlenmesi ve seyirciye sunulması. Bu bakımdan teatral bir kurgulama söz konusu olabilir. Figürleri dizerken içerik bakımından sorunlarımı çözdüğüm gibi, o içeriğe paralel bir davranışla biçim sorunlarımı da çözmüş oluyorum. Biçim sorunlarını çözmezsem eğer, resimlerim plastik yönden, resimsel yönden geçerli olmaz. ... Muhakkak, duyarlı olduğum konuyu özgün bir dille aktarabilmem lazım. Bunu başından beri bulmaya çalıştım. Burada da ağırlık desende. Desen ağırlıklı figürler bunlar. Benim resimlerim diziler halindedir. Bu resimlerdeki figürlerin her birinin kendine özgü hikâyesi olduğu gibi, birbiriyle de ilişkileri vardır. Bunların hepsi, belli bir yaşamın tamamlayıcılarıdır. ... Figür temeldir. Anlatımımın temel öğesidir. Figür, insan anlamındadır. Yaptığım resimlerimin bir ucundan bir ucuna bir hikâye, bir dram söz konusudur. Bu düzenlerde insanın yeri başka, insanın konumunu destekleyen doğal yahut yapay çerçeve başkadır. Başka deyişle, benim resimlerim tümüyle bir toplumsal eleştiridir. Bu eleştirinin içinde haliyle politik tavır da vardır.”
Ağız dil vermeyen köylüler
Cahit Külebi Neşet Günal’ı tanımış mıydı? Eminim ki tanımıştı. Peki, “Sivas Yollarında” şiirini Neşet Günal’ın bir resmi için mi yazmıştı? Sanmıyorum. Çünkü Neşet Günal Orta Anadolu’dan, çoğunlukla da doğduğu Nevşehir yöresinden kesitler sunar. Ancak,  “Sivas” kelimesini değiştirdiğinizde sanki bu şiir Neşet Günal’ın 1970 tarihine endekslenen “Bir Başka Yaşantı” isimli 250 x 120 cm boyutundaki karalara bürünmüş, sanki bir matemi çağrıştıran resmi için yazılmıştır. Daha da ötesi, sanki bu resim için “biçilmiş bir kaftan”dır.
“Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider
Tekerleri meşeden.
Ağız dil vermeyen köylüler
Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?
Ağır ağır kağnılar gider
Sivas yollarında geceleri.

Ne, yıldızlar kaynaşır gökyüzünde,
Ne, sevdayla dolar taşar gönüller,
Bir rüzgâr eser ki bıçak gibi
El ayak şişer.
Sivas yollarında geceleri
Ağır ağır kağnılar gider. …“ 

Yakın geçmişimizde, çok uzaklarda değil, yakınımızda - Orta Anadolu’da - sıklıkla karşılaşabileceğimiz “ağız dil vermeyen köylüler” sanki tuz basmışlardır yaralarına.
“Toprak adamları”
Figür, Neşet Günal’ın resimlerinin ‘olmazsa olmaz’ıdır. Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğretim üyeliği de yapmış ressam Prof. Dr.  Neşet Günal’ın başta Neşe Erdok, Mehmet Güleryüz ve Aydın Ayan olmak üzere yetiştirdiği sanatçıların neredeyse tamamı figürden kopamamıştır. Neşet Günal’ın tuval resimlerinin handiyse tamamı da “bire bir” gerçek boyutlardaki anıtsal yapıtlardır. Dolayısıyla, sanatçı tuval resminde figür/leri, objeleri yerleştirirken, kompozisyonu belirlerken desenlerden, etüd ve ön çalışmalardan yola çıkar. Akademi’de Lévy’nin, Paris dönemlerinde ise önce Lhote’un, sonra da Léger’nin öğretilerinden faydalanan sanatçının özellikle Léger’nin figüratif işlerinden etkilendiği, anlatım yöntemlerini kendisine yakın bulduğu için benimsediği bir gerçektir. Ancak, sanatçı, Léger’deki katıksız plastik oluşuma yaşam çabalarını, tasalarını, acılarını, yoksulluklarını paylaştığı “Toprak adamları”nın gerçeklerini katarak ‘kendisine özgü’ samimi bir resim diline ulaşmayı başarmış, onca batılı öğretiye rağmen kendi toprağının özgün resmini yapmayı ilke edinmiştir. Sahi, ‘Kara Toprağa’ sevdalı böyle değerli bir ustayı tanıtmak için neden bu kadar geç kalmıştım? Nedeni, “Ankara’da Helikon Derneği’ndeki ilk kişisel sergisinden (1955) sonra sadece 1996 yılında - Galeri Sevin’de - bir tek sergi açmış olması mıydı” diye soruyorum kendime. Ama ne tesadüf ki, 14 Mart 1996 tarihinde açılışı yapılan bu serginin davetiyesini özenle saklamışım.
Neşet Günal’ın resimlerinde çiçek açmaz, diken batar. Dereymiş, çaymış ‘Hak getire’! Yeşile koşmaz resimleri. Güneş altında kavrulmuş topraklar bakır kusar sanki. Havada bir bozlak, bir feryat, bir ağıt duyulur... Tuval yüzeyi anlatıya denk düşen bir metotla Paris´te aldığı "Fresk ve Duvar Resmi" öğretisinin de katkısıyla sanki toprak dokusu hissi veren pütürlü ve dramatik bir yapıya dönüşür. Turgay Gönenç "Yüzün Senin” isimli şiirinde:
“...Çoğalan yüzlerle çıkıyor karşımıza
Ve adamlar sanki ellerine dönüşmüş yüzleri
Bir duvar dibinde sıralanmış yan yana
Büyüyor durmaksızın görmediğimiz gözler...”

diye seslenir Neşet Günal resimlerine. ‘Duvardibi-III’ resminde sanki perdelerin kapanma vakti gelmiştir artık. Neşet Günal’ın tüm figürleri  -  çoluk çocuk, kız kızan, ana ebe, ırgat dede - demeden dikenlerin sarmaladığı duvardibinde sıralanmış, “Sorun”un “Sorum”un çözümünü bekler bakışlarla sizi esir almakta, çoğalan yüzlerle seslerini duyurmaya çalışarak gözleriyle selamlamakta, belki bir anlamda da hislerine tercüman olan Neşet Günal Usta’yı artık uğurlamaktadırlar. 1923 doğumlu, 1969’da 30. DRHS resim dalı 1.’lik Ödülü ile 1989’da Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülünün sahibi değerli sanatçımız, usta ressam, değerli hoca Prof. Dr.  Neşet Günal 26 Kasım 2002 sabahı derin izler bırakarak resimleriyle, dostları ve toprak adamları ile vedalaşmıştır. Toprağın bol olsun Neşet Usta...
Alaattin Bender 
www.alaattinbender.com
  
* ‘Antropomorfik’İnsan şekline benzeyen her obejeye tanım açısından verilen genel isimdir. Antropomorfik objelerin temel özellikleri (insan öykünmesinden kaynaklandığı için) göz,ağız, dudak, kulak gibi son derece insansı uzuvları dekoratif amaçla üstünde barındırmasıdır.
 Alaattin Bender                                                                               Ustaların İzinde…


     "MAVİYDİ BİSİKLETİM, HEM DE ALMAN MALIYDI"              Söbütay ÖZER
Ankara'da geçtiğimiz aylarda Helikon Sanat Galerisinde izlemiştik Söbütay Özer'in mavilere boyalı resimlerini. Dilerseniz, gelin bu ilk yazımızda Sanata onunla yelken açalım. Başlığa gelince… Yıllar önce Oda tiyatrosunda izlediğim Dinçer Sümer tek kişilik oyununa başlarken tıpa tıp belleğimde iz eden bu cümleleri sıralamıştı. "Maviydi bisikletim, hem de Alman malıydı". Mavileri sıkça kullanan ve bisiklet figürünü resimlerinden hiç eksik etmeyen bir Sanatçıya bu başlığın yakışacağını düşündüm. Umarım beğenirsiniz.

Üniversite yıllarında kampüsten şehre inişlerimde mutlaka Vakko mağazasının 5.katındaki sanat galerisine (artık yok!) çıkar ve resim sergilerini izlerdim. 80'li yılların ortalarıydı sanırım. Düzenlenen sergilerden birinde, durakta kümelenmiş Magirüs minibüslerin resmedildiği büyük boyutlu resimler vardı. Karlar üzerinde mavi lekelerden oluşan dolmuş kümelerine doğru yürüyen soluk sarı giysili atkısını sıkı sıkıya boynuna dolamış insan figürlerinin yer aldığı, dolmuş ayrımının işareti olan turuncu bantların kullanılarak kontrastların yaratıldığı bellekte iz bırakan resimlerdi onlar. Öyle ki, duraktaki dolmuş kahyasının resmedildiği 155x155 cm boyutundaki bir resim 1983 yılında DYO Resim yarışmasında ödül almıştır. Bu sanatçı, sonradan 1990 yılından itibaren kendisiyle bizzat tanışma fırsatını bulduğum Söbütay Özer'den başkası değildi.

Hayat tesadüflerle doludur. 1990 yılı kışıydı. Bir televizyon programında izlediğim resim atölyesinin ortamı çok dikkatimi çekmişti, hem o yıllarda atölyelere rastlamak pek olası değildi. Neden sonra zorlukla yerini bulabildiğim Güvercinlik'teki Toprak Mahsulleri Ofisi yerleşkesinde hangardan bozma bir sanat atölyesi idi burası. İçeride klasik müzik eşliğinde hummalı bir çalışmanın yapıldığı, şövalelerinin başında birer silahşör gibi fırçalarını kuşanmış bir grup resim çalışıyordu. Başlarındaki eğitmenlerden biri olan Gazi üniversitesi resim bölümü öğretim üyelerinden Söbütay Özer'le ilk burda tanışmış ve hemen resim kursuna oracıkta büyük bir sevinçle kaydolmuştum. Söbütay Hoca çok mütevazi, sakin kişilikli yapısıyla ve herşeyden önce yanlışlarımızdan çok doğrularımızı öne çıkaran eleştirel bakışıyla resim çalışmalarımıza ışık tutmuştu. 1994 yılında bu atölyenin kapanması hepimizi derinden yaralamıştı. Bir daha da Ankara'da resim, heykel, seramik çalışmalarının yapıldığı böyle bir atölyenin eşine benzerine hiç rastlanamadı. Orası ilk ve sondu. Resme gönül vermiş beş arkadaş Söbütay Özer'in Türk İş bloklarındaki atölyesini 6 ay kadar süreyle paylaştık. Sanatçının resimlerinin duvarları süslediği, resimlerin yanısıra ahşap kasalı saatlerin duvarları bezediği, bir kömürlü ütünün kurumuş çiçeklere kol kanat gerdiği, bol ışık alan rengarenk bir atölyeydi burası. Bir odasında sanatçı yıllar içerisinde çalıştığı resimleri istiflemişti ki, o odanın bir cephesinde yaklaşık 3 m. uzunluğunda, 2,5 m. yüksekliğinde bir kaç parçadan oluşan görkemli bir resim asılıydı. Bu resimde her şey vardı. Çizgi, renk, leke, benek … Van Gogh sarılarının hakim olduğu, açık koyu renk lekelerinin grilerle dengelendiği, onlarca kedi figürünün resmin içerisinde çalılar, ayçiçekleri içerisinde köşe kapmaca oynarcasına saklandığı, bir yarışmada da sergilenmiş bir resimdi bu.

Turan Erol'un öğrencisi olmasına rağmen Orhan Peker gibi yakın çevresindeki her objeyi, her konuyu imbikten geçirerek süzdükten sonra resmeden bir sanatçıydı Söbütay Özer. Bu amaçla, her fırsatta Ankara Kalesi eteklerindeki antikacıları dolaşır, ilgisini çeken kırmızı bir gemici feneri, yuvarlak hatlı eski bir ahşap iskemle, sarkaçlı-sarkaçsız duvar saatleri, bakır bir sürahi , mavi sırlı çinko bir çaydanlık, kararmış kömürlü ütü gibi pek çok objeyi satın alır, atölyesine istifler; bu objelerin tuvallerdeki yerini almasını beklerdi. Öte yandan, karşı blokların balkonlarına asılı bisikletler, Ankara'nın mavili dolmuşları, Dışkapı civarında, satılmak için kafes arabalar içerisine istiflenmiş tavuk kümeleri; göç yolları üzerindeki Edirne'de gençlik yıllarında tanıştığı uzun bacaklı, uzun gagalı leylek kümeleri, bisiklet kiralayan bisikletçiler belleğinde yer etmiş birer resim konusuydu onun için. Son dönemlerinde, yazlarını geçirdiği Ayvalık evleri, burada gördüğü iki tekerlekli eşek arabaları ve tekneler. Ama her daim resimlerinden eksik olmayan güvercinler ve gelinciklerini belki de en başta saymam gerekirdi.

Rengarenk maviler, karmen kırmızıları, acı kahverengiler, parlak sarılar, zümrüt yeşillerini öyle ustaca kullanır ki, renkler onun tuvallerinde doruğa ulaşır; açık koyu lekeler renkli grilerle dengelenir hep. Boyayı dokular halinde öyle yoğun kullanır ki, izleyenler fırçanın nasıl coştuğuna, nasıl salındığına tanıklık eder.

Geçen yıl Mart ayıydı. Yolum İzmir'e düşmüştü. Akşamın karanlığı İzmir semalarına çökmüştü bile. Müze kapanışına 1 saatten az kalmasının verdiği acelecilikle Konak Meydanından bir taksiye atladığım gibi ikinci kordon üzerinde Ege Palas Otelini biraz geçtikten sonra restore edilmiş iki katlı ahşap şirin yapının önünde bitiverdim. Burası eski bir konaktan dönüştürülmüş Selçuk Yaşar Resim Müzesi idi. Hani, şu meşhur DYO Resim Yarışmaları'nda ödül alan resimlerin sergilendiği mütevazı bir müze. Öyle ki, ahşap merdivenlerden üst kata çıkar çıkmaz merdivenin solunda, köşede Söbütay Özer'in DYO ödülü alan dolmuş kahyasını resimlediği büyük boyutlu "Kahya" resmi oracıkta asılı duruyor. Burada hemen belirtmeliyim ki, dergide veya internet sayfasında bir resmi izlemekle resmin karşısına geçip izlemek arasında gerçekten çok fark var. O mavilerin arasında prusya, ultramarin, kobalt, serilyum mavileri ile birlikte ne morlar, lacivertler gördüm bilemezsiniz. Rengarenk bir renk şöleni. Birden geçmişe döndüm ve kendimi o dolmuş durağında dolmuş beklerken çevreme bakar buldum; öyle ki kahya da atkısını boynuna dolamış, bir taraftan yolcuları izliyor, diğer taraftan soğuktan titriyor. Renklerin yansıdığı, fırça hareketlerinin aksettiği boyalı yüzeylerdeki kıvrımlar ve ritm kış izlenimini enikonu vermekte, insanı ürpertmekte.

Söbütay Özer1949 İpsala doğumlu sanatçı 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünden mezun oldu. 5 yıl Hasanoğlan Öğretmen Okulu'nda çalıştı. 1978 yılından bu yana Gazi Eğitim Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmakta olup öğretmenliğe gönlünü adamış üretken bir sanatçıdır o. Bilinçli ve kararlı tutumu ile yer yer soyutlamalar da yapan Söbütay Özer, gerçekçi ve kalıcı bir sanatın, özgün resimsel değerleri atlamadan, uzun araştırma ve deneyler sonunda kökleşeceği görüşünü ilke edinmiştir. Bir sanatçının ünvan için uğraşmasının sanatından çaldığına inanır. DYO ödülüne ilaveten kazandığı başlıca ödüller arasında 1983 yılı VAKKO Resim yarışmasında Mansiyon, 1987 yılı Devlet Resim ve Heykel Sergisinde Başarı Ödülünü sıralayabiliriz.

Yolu Ankara'ya düşen sanat dostu arkadaşları dövülen bakırın çıkardığı seslerin bir ressamın düşlerine karışarak tuvale döküldüğü, Ankara Kalesi'nin eteklerindeki antikacılar mabedi tarihi Pirinç Han'daki resim atölyeme bekliyorum. Sanat paylaşılmak için …

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
     İSTANBUL'U İZLİYORUM...                                           Naile AKINCI
Ah güzel İstanbul...

"İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" diyen Şair'in tersine yumuk gözlerini ve yüreğini açmış sanki "İstanbul'u izliyorum" demektedir Naile Akıncı.

Naile Akıncı'nın Eyüp resimlerini izlediğimde TRT'de uzun yıllar önce yayınlanan "Safranbolu'da Zaman" isimli belgeseli hatırlarım. Belgesel diziye sinen zamanın sesi-sessizliği ve dinginliği Akıncı'nın resimlerinde de gösterir kendini.

Hep dışarıdadır gözü Sanatçı'nın. Değil midir ki, kah Eyüp'te, kah Anadolu Kavağı'nda, Kah Ekinlik adasında dalgalanır resimleri. Yollara vurmuştur kendisini. Ortaköy, Küçüksu, Haliç, Tarabya, Bebek, Bakırköy, İstinye, Emirgan ve Büyükada'da kimbilir kaç kez geçmiştir tuvalinin karşısına; kurumamıştır paleti hiç. Çok enteresandır ki, Akıncı'nın natürmort resmi hemen hiç yok gibidir; renk penceresini hep dışarıya açık tutmuştur.

Eyüp'te zaman

Atilla İlhan bir TV programında Fransız Kaptan "Cousteau"nun Türkiye'ye yerleşen kameramanının "İstanbul dışında dünyanın hiç bir şehri yok ki kadrajda ayrıca bir düzenleme gerektirmesin" sözünden bahisle bu şehrin heryerinin ayrı güzellikte bir kareye sahip olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de hep günübirlik ziyaretlerle yetinmek zorunda kaldığım bu büyülü şehri yaz başında bir nebze olsun gezme fırsatı buldum. Önce Balat semtindeki eski İstanbul evlerini ziyaret ettim, ardından Eyüp yokuşunu tırmandım. Naile Akıncı'nın izini sürerek Eyüp semtindeki Pierre Loti'nin de zamanında sık sık ziyaret ettiği çay bahçesinde çayımı yudumlarken muhteşem Eyüp manzarasını izleme fırsatını buldum. Öyle ki, Akıncı pekçok kez bu kahvenin sağ köşesinde yerini almış ve kadrajını hemen her defasında Eyüp Camii merkezli yerleştirmiş ve zaman zaman da "Altın Boynuz"'u ve Haliç Köprüsünü resmetmiştir. Öte yandan, Boğaz'ın uç noktalarından biri olan Anadolu Kavağı'na da gittim. İskele'nin sağından itibaren birbirlerine yaslanırcasına sıralanmış evleri, balıkçı motorlarını, ağlarını tamir eden balıkçıları da gördüm ve birkez daha Naile Akıncı'nın gözlem gücüne hayran kaldım.

Ötedenberi her daim yegane kültür sanat kanalı olan TRT 2'de, Naile Akıncı'nın enikonu tanıtıldığı belgeselde konuşan eleştirmenlerden biri açıkhavada üç boyutlu olarak gözlemlediğiniz bir görünümü tuval düzleminde 2 boyuta indirgemenin gerçekte ne denli zor olduğundan dem vurmuş ve bunun birtür metematiksel denklem kurmayı gerektiren hesap işi olduğunu vurgulamıştı. Kanımca da matematik, us, duygu ve içtenlik resmin yapıtaşlarını oluşturmaktadır.

Eyüp resimlerinin birbaşka ilginç yanı Sanatçı'nın Eyüp Camii'ni resmettiği açıda Eyüp Mezarlığının alt sınırlarını da gördüğü halde mezarlıklardan hep uzak durmasıdır resimlerinde. Oysa ki, 300-400 yıllık insan boyundaki mezar taşları gerçekten de abide gibi hala ayakta durmaktadır. Kimbilir, bu uzak duruşun bir nedeni belki de daha onüçündeyken 21 gün ara ile annesi ve kızkardeşini yitirişidir.

Sahibinin suretine dönüşen resimler

Akıncı'nın resimleri Nietzsche'nin "Sanat doğanın taklidi değildir; tersine doğaya yapılan bir ektir, onu aşmak üzere yanına dizilen fizik ötesi bir ekidir doğanın." sözünü birkez daha haklı çıkarmıştır. Sanatçı 50 yıllık bir süreçte Eyüp'e öylesine tutunmuştur ki, değişende değişmeyeni görme ve resmetme başarısını göstermiştir. Geçen zaman içerisinde lekeler, dokular, çizgiler, tekstürler her defasında yenilenerek ve çeşitlenerek Eyüp resimleri yinelemelerden kurtulmayı başarabilmiştir. Sanatçı bu tür bir tuzağa düşmeden ve neredeyse kadrajını hiç değiştirmeden geleneksel peyzaj anlayışının ötesinde çağdaş ve özgün tatlar içeren "Eyüp Çeşitlemeleri" ile Türk Resim Sanatı Tarihi'nde kendine özgü bir yer edinmiştir.

Turgay Gönenç'in de dediği gibi "... Eyüp, nesnel bir mekan görünümüne karşın, gerçekte öznel bir mekan, Sanatçının zamanın boyutlarını yaşayabildiği tek sığınma alanı, gizli bir konu gibidir. Hem kendisindeki, hem de doğadaki değişimi görmesi için artık coğrafyayı ezberlemesine karşın resimler sahibinin suretine - bir tür manzara otoportreye dönüşmektedir.

1923 doğumlu sanatçı 1938 yılında başladığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin orta ve yüksek bölümlerindeki eğitimini rahatsızlıkları nedeniyle ancak 1952 yılında Zeki Kocamemi atölyesinden mezun olarak tamamlayabilir. Sanatçı, tıpkı hocası gibi temel öğretisini kübist-inşacı bir anlayışa dayandırır. Üç boyutlu bir dünya ile tuval düzlemi arasındaki karşıtlığın farkındadır Akıncı. Ona göre resmin olanaksızlığı tam da bu karşıtlıktan doğmaktadır. Ama, Oolanaksızı başarmıştır. 1960'lı yıllardan başlayarak paletindeki renkler belirli bir canlanmanın işaretini taşır. 1970'li yıllarda Marmara adasında karşılaştığı balıkçılar, tekneler resmine konu olur. 1980'li yılların başında bu kez daha bakir bir yöre olan Ekinlik adasını keşfeder ve ada evlerini, can dostu balıkçıları resmeder. İlk kez 1953'te başladığı Eyüp resimleri 1980'li yıllara tekrar damgasını vurur. 1990'larda Eyüp'ün dışında İstanbulun farklı mekanlarına tekrar geri dönerek şövalesinin başına geçer. Akıncı'nın 50 yılı aşan sanat yaşamında doğadan görüntülerle, figürlerle ve nesnelerle kurduğu düşlerin temelinde her daim kendi sureti yer alır.

Naile Akıncı Kültür Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı kanalı ile seçilen yapıtlarıyla, yurtdışında düzenlenen 14 uluslararası sergide Türkiye`yi temsil etti. 1988 yılında 50. sanat yılı ve Türk resmine katkılarından dolayı "T.C. Kültür Bakanlığı Onur Ödülü" ile ödüllendirilen Akıncı`nın, önemli uluslararası ödülleri arasında; 1974 Uluslararası X.Clermont-Ferrand Çağdaş Sanat Sergisi Uluslararası Büyük Ödülü, 1976 XI.Vichy Bienali Jüri Özel Ödülü, 1979 Uluslararası Charleroi Sergisi Kraliyet I. Mansiyonu ve 1986 Milano Modigliani Kültür Merkezi XI. Uluslararası Trofeo Raffaello Sergisi 3.lük Ödülünü sayabiliriz.

Eyüp Naile Akıncı'ya vefa borcunu nasıl öder bilemiyorum. 81 yaşındaki Sanatçımıza uzun ömürler diliyor ve fırçasının hiç kurumamasını temenni ediyorum.

Bu arada parlak gecede bir yıldız daha kaydı. Sanat dünyası "Anne"sini kaybetti. Türkiye'nin ilk kadın opera sanatçısı, tiyatrocu, ressam, on parmağında on hüner sahibi Semiha Berksoy'u geçtiğimiz günlerde yitirdik. Işıltısı her daim sanatseverlere yön göstermeye devam edecek.

Kaynakça: 06.12.2001 - 27.01.2002 tarihleri arasında düzenlenen sergi nedeniyle Milli Reassürans Sanat Galerisi tarafından bastırılan Naile Akıncı kataloğu.

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
 
 DİKİZ AYNASI RESİMLERİ                                                                             Muhsin KUT

Muhsin KUTAffan Dede'ye para saysam da satsa bana çocukluğumu!
Muhsin KUT






Sanırım orta okul yıllarıydı. Hemen her yıl olduğu gibi okullar tatil olmuş, ben de "Radyocu Bülent" dayımın elektronik atölyesinde çalışmaya başlamıştım. Zaman zaman arızalanan oto radyo- teyplerini yerlerinden sökmek benim işimdi. O zamanlar Aydınlıkevler-Ulus hattında çarpık bacaklı "Skoda" dolmuşlar çalışırdı.Bunlardan sadece bir ikisi kelimenin tam manasıyla çok "afilli" olurdu. Birgün böyle bir dolmuştan sakallı bir şoför inmiş; o dönem moda olan arızalı kartuş teybini sökmek de bana düşmüştü. Renk renk boncuklarla bezeli sallanan püsküller, üçgen formunda ay yıldızlı bayrak ve flamalar, artist resimleri, pusula, frene basıldığında gözleri kıpkırmızı ışıldayan kurukafa, sıcak yaz günlerinde sözüm ona klima serinliği yaratan mini vantilatör ve "Hatasız kul olmaz; hatamla sev beni" diye mırıldanan 4 kanallı kartuş teyp ile kaportaya kazınmış "Ankara rüzgarı" neviinden usturuklu laflar hala belleğimde saklıdır. Tıpkı "Hızlı Hakkının Dünyası" resminde sanatçı Muhsin Kut'un tasvir ettiği gibi. Bu resimde sanatçı, doğup büyüdüğü semt olan Bakırköy ile Aksaray arasında çalışan minibüs şoförü Hakkı'nın gözüyle bakar dünyaya. Dış dünyaya değil de onun iç dünyasına baktığından olacak, dolmuşun ön camı açık bir leke ile boyanmış, Hakkı'nın iç dünyası ironi ile betimlenmiştir. Usta grafik sanatçımız Mengü Ertel bu resmi ne kadar çabaladıysa da Muhsin Kut'un kolleksiyonundan çıkarmayı Muhsin KUTbaşaramamıştır. Gerçekte Muhsin Kut, sanatçı kimliğinin yanısıra resim de satın alarak aynı zamanda kolleksiyoner kimliğine bürünmüştür. Bu satırları yazmaya başladığımın ertesi günü Galeri Selvin'de Muhsin Kut'un resim sergisi açılacak. Heyecanım şimdiden dorukta.
İlk, Eczacıbaşı Sanal Müze'sinde, hem de retrospektif nitelikteki sanal sergide izlemiştim Muhsin Kut'un resimlerini. Sanatçı "Gidiyorum Gündüz Gece" türküsünü tutturmuş modern Evliya Çelebi gibi yollara vurmuştur kendisini. Gezgin ressamların çağdaş temsilcilerinden olan Muhsin Kut "Eyüp tutkunu" Naile Akıncı gibi renk penceresini hep dışarıya açık tutmuştur. Değil midir ki, kah Haliç'te, kah Bakırköy'de, kah Samatya ve Kuzguncuk'ta dalgalanır resimleri. Boğaz'a çinekop akını olduğunda da Topkapı sarayı açıklarındaki balıkçıları resimlemiştir. "Bit Pazarı" ve "Kapalıçarşı" da onun resimlerinden almıştır nasiplerini. Bakırköy'deki, Mudanya'daki evlerin kapılarını aşındırmıştır. Ama Kuzguncuk'taki kahverengi kapının sarı duvarına düşen ağaç gölgesinin betimlendiği resim benim için çok başkadır. Sağ omuzu üzerinde duvara yaslanmış eli cebinde uzun çeneli bar fedaisi, kahve penceresinden dikizlenen nargileler, "3" numaralı vezne içerisinde sanki vesikalık pozu veren badem bıyıklı veznedar, Ürgüp'te yol kenarında tabla üzerine sıralanmış rengarenk, deseMuhsin KUTn desen kukelatalı kuklalar onun duyarlılığının, zeka ve mizah karışımı dünyaya bakış açısının yansımalarıdır. O, dünyaya farklı bir kadrajdan cesurca bakmayı bilmiştir hep. "Haliç" resminde koyu yeşil bir leke içerisinde siyaha yaklaşan çizgilerle tasvir edilen yıkık dökük ahşap evler arasında resmin onda biri kadar bir boşluktan adeta dikizlenen, sarı lekeler içerisinde eriyen Haliç manzarası: tekneler ve karşıda bir cami silueti. Bir sergisine "Dikiz aynası resimleri" ismini verecek ve otomobilin iç dikiz aynasından yansıyan görüntüleri resimleyebilecek kadar da izlenimcilik sınırlarını aşmış gezgin bir röntgencidir adeta. Gezgin sanatçımız eşi ile birlikte, sular altında kalmadan önce Hasankeyf'i görmek ister. Menzile yaklaştığı sırada sol yanından Dicle nehri akarken arkadan otomobilin dikiz aynasından yansıyan batan güneşin ve mor dağların görüntüsü çok dikkatini çeker. İşte o an bir serginin teması belirlenmiş ve seyahat süresince dikiz aynasına yansıyan görüntüler resimlenmiştir.

Açılış günü gelip çattığında Galeri'ye girip sanatçıyla selamlaştıktan sonra resimleri bir solukta izledim ve bu ayki bültende kendisini tanıtmak istediğimi belirttim. Orhan Peker başta olmak üzere bültende yayınlanan yazılarımdan örnekler gösterdiğimde Muhsin Bey Orhan Peker'le olan karşılaşmalarını anlatır: İlk karşılaşmada yaptığı bir tomar resim çalışmasını koltuğunun altında Orhan Peker'e taşımış, ancak rakısını yudumlayan Peker, bıyık altından gülümsedikten sonra bir küfür savurarak genç Muhsin'i kovalamıştır. Ancak, ne tesadüftür ki, daha sonra Peker'e verilen bir ödülün seramik plaketini hazırlamak Akademi'nin seramik bölümünden mezun olan Muhsin Kut'a nasip olacaktır.
Muhsin KUT
1938 doğumlu sanatçı lise yıllarında resme ilgi duyar. Gerçekteki hayali mimar olmaktır. ODTÜ'nün sınavını kazanır, ancak o dönemde Beyrut'ta soruların çalınmasını müteakip yapılan mülakatta ingilizce sorulan sorulara cevap veremediğinden sınavı kaybeder. Buna karşın, fabrikalar, evler, tekneler hep inşacı bir tavırla perspektif kurallarına dikkat edilerek ve çizginin omuzlarında taşınarak resimlenir. Tıpkı mimarlık eğitimi almış ressam Cihat Burak gibi. O yıllarda "Dolmuş" ve "Tef" gibi karikatür dergilerinde çalışır. Mahalleden komşusu heykeltraş-ressam Kemal Künmat'tan resim konusunda destek görür; "nasıl farklı olacağım" sorusuna "tüm ressamları unutup eve kapanıp kendi resmini yapmaya başladığında" cevabını alır. Aldığı bu nasihatın hakkını veren bir sanatçıdır O. Akademi'de seramik eğitimi aldığı sıralarda Sabri Berkel'den resim dersleri de alır ve Berkel desenin önemine işaret ederek ilk Pazartesi için ödev verir. Takip eden günlerde, arkadaşlarına göre yaşı hayli ilerlemiş Muhsin'i hep kütüphanede kitapları karıştırırken görür ve her defasında gidip dışarıda desen çalışmasını salık verir. Muhsin durumu anlamış, Sabri Hoca'nın kendisinden desen ödevinin hesabını soracağını kestirip çokça desen hazırlayarak Pazartesi erkenden soluğu sınıfta alır. Fakat, yaptığı desenleri saklamaya özen gösterir. Hoca sınıfa girer girmez, kendinden emin bir şekilde ilk Muhsin'i kaldırır, sözüm ona ödevini yapmadığı için hesap soracaktır. Ancak, Muhsin sakladığı bir tomar deseni çıkararak tahtada hocanın etrafına teker teker serer ve bir Kızılderili edasıyla Sabri Berkel'in etrafında dönmeye başlar. Üsküp'lü Hoca desenlerin sayısı ve niteliği karşısında şaşkına döner. Ve kendine özgü şivesi ile o gün oracıkta Muhsin'i mezun eder. Muhsin Kut ilk sergisini 1959 yılında Taksim Meydanı'nda açar. Sanatçıya soruyorum: "Resimlerinizde çevrenize çok farklı bir kadrajdan bakıyorsunuz, bunu neye borçlusunuz". Aldığım cevap: "Sinemaya olan ilgime borçluyum. Hemen her filmi izler, kameranın bakış açısını yakalamaya çalışırım" olur. Öte yandan tüm resimlerinde dikkatimi çeken bir başka nokta tuval yüzeyine çizgisel tekstür etkisi veren kendine has tekniği ile renklere olan ilgisidir. İnce uzun dikdörtgen tuvalde resimlenen mekanın "Balıkpazarı" olduğunu ancak fiyat listesini inceleMuhsin KUTrken anlıyorsunuz. Oysa hemen her İstanbul'a gidişimde uğradığım Balıkpazarı'nı neden tanımakta bu kadar zorlanmıştım?. Cevap: yine kadraj!. Sanatçı altından geçerken sokak boyunca gökyüzünü göstermeyen çadır örtülere bu kez çok daha yüksekten dikey binaların arasından bakmış, rengarenk yatay örtüleri resimleyerek bir kez daha şaşırtmıştır bizleri.

Gezgin ruhunu sadece yurt içi ile sınırlamaz Sanatçı. Başta çalışmak için gittiği Avustralya olmak üzere, İngiltere, Fransa, Çekoslavakya (Prag), Amsterdam, İskoçya ve Venedik'i de gezer ve birer seyahat güncesi gibi resimler. İlk 1969 yılında çalışmak için gittiği Avustralya'da on yıl süreyle fabrikalarda işçi olarak çalışır. Bu da "Bir Fabrikanın Anatomisi" resminin konusunu açıklamaya yeter sanırım. İşçilik yaptığı o yıllarda hergün yaklaşık dört saatini düzenli olarak resim yapmak için ayırır. Sergiler açar. Macar asıllı bir mimar Muhsin Kut'un resimlerinin müptelası olmuştur. Fransa gezisi sırasında yaptığı peyzaj resmini çok beğenir ve fiyatını sorar. Muhsin Bey o resmin satılık olmadığını söyler. Macar oracıkta çek defterini çıkarır, çeki yazar ve ressamımıza uzatır. O günlerde haftalık 200 $ alan Muhsin Bey çeki alır ve yırtar. Dayanamayarak soruyorum: "Ne kadar teklif etmişti?". "5000 $" diyor. Macar ressamımıza "Sen delisin" der, ressamımız da ona "Sen delisin" der. Sonrasında Macar mimar Fransa'ya gider, aynı yerin fotoğrafını çeker, getirir ve Muhsin Kut'tan resmini yapmasını ister. Ressamımız kabul etmeyerek, "Bizzat benim gidip tekrar görmem ve ancak o zaman resmini yapmam gerekir" der. Bu arada, ressam Habip Aydoğdu da katılır söyleşimize. Benim de en beğendiğim resimlerden biri olan "Balıkpazarı" resmini işaret eder. Sonrasında, 1915'lerde Avustralya'yMuhsin KUTa çalışmak için gelen ve 1 Ocak 1915 (ulusal piknik günü) tarihinde Avustralya devletine savaş açan ve "Broken Hill Savaşçıları" diye ünlenen "Molla Abdullah" ile "Gül Mehmet"in traji-komik hikayesini anlatır bizlere.

Sergi kapanışına dek kaldığım üç saat içerisinde rengarenk özgün resimleri izlemenin yanısıra Muhsin Kut'un renkli kişiliği ve sıcak sohbetini tatmaktan büyük keyif aldım. Unutmadan, sizleri, 13 Şubat akşamı Türk İngiliz Kültür Derneği'nde açılan ve 26 Şubat'a kadar açık kalacak resim sergime beklerim. Orada hayata dair, sanata dair "Başka, Bambaşka" resimlerimle tanışma fırsatı da bulursunuz. Muhsin Kut Usta'ya saygılarımla...

Kaynakça: Eczacıbaşı Sanal Galerisi. 

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

 
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
     İZLERİN İZİNDE                                                           Zeki Faik İZER
İstanbul denince aklıma önce İstiklal Caddesi geliyor. Sonra yerli yabancı yoğun bir kalabalık. Nihayet bu renkli caddenin rengine ayrı bir renk katan galeriler. Bunların en başında da Kazım Taşkent Sanat Galerisi. Her daim nitelikli sergiler düzenleyen Yapı Kredi'ye ait bu Galeride rahmetli Zeki Faik İzer konuk ediliyordu. Sanatçının 100. doğum yılına rastlayan Serginin hem retrospektif nitelikte olması hem de aynı ressamın objektifinden "Siyah Beyaz İzler" taşıması değerini iki kat daha arttırmıştı. Yine şans yüzümüze gülmüştü ve siz sanat dostlarıma seslenecek bir konu daha bulmuştum. Üstelik yerde ararken gökte. Ankara'dan çok uzakta... İstanbul"da.

İki katlı sergi salonunun alt katında büyük boyutlu soyut resimler yer alırken üst katta ağırlıklı olarak nü resimlerin olduğu figüratif işler sergilenmekte idi. Siyah beyaz fotoğraflar ise başkaca bir salonda sergileniyordu.

Nurullah Berk, Zeki Faik için "memleketimize yaşayan sanat'ı getiren beş-altı ressamdan biridir"diyerek onu modern sanatın klişeleşmiş temsilcilerinden özellikle ayırır. Zeki Faik'i lirik bir ressam olarak tanımlarken ondaki coşkunluğun,fırçanın bu serbest ve çalak gezintisinin şekillerin çerçeve içindeki bütünlüğünü ve leke güzelliğini ortadan kaldırmadığını belirtir. Onda ağır basan renkçilik kaygısını boyanın elastikiyetini ve boya hamurunun parlaklığını bozmamak şeklinde açıklar ve koyu renkler koyu kıymetler donuk sönük valörlerin onun paletinden atıldığını düşünür.

"İzer'de titreyen el de tekniğinin bir gereği gibidir."

Öğrencisi Prof. Dr. Özdemir Altan ondan söz ederken "resme başladı mı elinden renk ve espas akar" deyimini kullanır. "İlk başlangıçtan en sonuna kadar hep aynı organik ve lirik yapı; aynı zamanda hala erişilmesi zor şiddet ve sertlik. ...Bunlar birbiriyle çelişen özellikler. Sonra renk: hep renk. Onu ilk tanıdığımda 1949'da ellerinin fazlaca titrediğini farketmiştim. Evet İzer'de titreyen el de tekniğinin bir gereği gibidir." der.

Yaşamı boyunca izlerin peşinden koşan Zeki Faik İzer 1928 yılında açılan konkuru kazanarak Paris'e gider. Genç Cumhuriyet'in bu genç sanatçısı arkadaşları gibi Dünya sanatının kalbinin attığı bu şehirde Andre Lhote atölyesine devam ederek bir taraftan akademik bilgilerini arttırmış ve desen çalışmış, diğer taraftan müzeleri incelemek suretiyle görsel belleğini zenginleştirmiştir. Türkiye'ye dönüşünden kısa bir süre sonra 1933 yılında Cihangir'deki evinde arkadaşlarıyla birlikte dördüncü sanat topluluğu olan "d" grubunu kurar.

Birara Empresyonistlere yakınlaşmış, sonrasında Kübizmi sevmiş, renk cambazı Matisse'den ve onun motifsel yorumlarından etkilenmiş, 1933 tarihli "İnkilap Yolunda" resmi Delacroix'nın "İnkilaba Rehberlik Eden Hürriyet" isimli resminin kompozisyon şemasını tekrarladığı için eleştirilmiştir. Hem geçmişin hem de günün sanatsal değerlerinin izlerinden gitmiş; ancak bu izlerin sağlıklı bir sentezinden yana olmuştur hep. Dr. Erdoğan Tanaltay'la bir söyleşileri sırasında"zannederim son nefesime kadar, aklım yerinde kaldıkça, kendimi bulmaya uğraşacağım... Zaten yerinde saymak hata olur. Mümkün olduğu kadar ileriye gitmeli... Ve sanatkar ilk reaksiyonu başkasına karşı değil de kendisine karşı vermeli ki resminde esaslı bir ilerleme olabilsin." der.

1942 ve 1956 yıllarındaki Devlet Resim yarışmalarında birincilik kazanır. Londra'da kaldığı zaman diliminde hemen hiç bir bale gösterisini kaçırmamış, hatta kimi zaman ona o yıllarda basın ataşeliğinde görevli Bülent Ecevit de eşlik etmiş; bir dizi balerin deseni yaptıktan sonra ülkeye dönüşünde yaptığı büyük boyutlu müzik ve balerinleri konu alan iki resim 1947 yılından beri Ankara Opera Binası Cumhurbaşkanlığı locası duvarlarını süslemektedir.

1960'da Sevim hanımla evlenmesinin ardından eşinin desteğiyle sanat hayatı daha bir ivme kazanır. Renkleri aydınlanır. Çok sevdiği klasik müziğin ritmi ve sesleri adeta yapıtlarına yansır. 1945'den bu yana Avrupa'da gözlemlediği soyutlama fırtınasının bir yansıması olarak 1960'lardan başlayarak resminde soyutlama görülür. 1961 yılında New York Gougenheim Sergisi'nde "Sultanahmet Camii Camları" adlı resmiyle ödül alır. Kendi kuşağı içinde uluslararası ödüller alan ve yabancı müzelere eserleri giren birkaç sanatçımızdan birisidir.

"Her Avrupa'ya gidişimde resme yeniden başlarım"

1968 yılında Akademiden emekli olan İzer 1971-1984 yılları arasında uzunca bir süre Fransa'da yaşar. "Her Avrupa'ya gidişimde resme yeniden başlarım" diyen Sanatçı sık sık fırsat buldukça başta Paris olmak üzere Avrupa'ya gitmiş, Avrupa sanatı ile bağını koparmamıştır. 1933 yıllarında "resme bir likör kadehi kadar ehemmiyet verilmesini istiyoruz" diyerek halkın bedava resim, fotoğraf elde ederek duvar süslemesinden yakınıyordu. Kimbilir belki de onun bu ayrılışında sanatçıya hakettiği değerin verilmemiş olmasının payı büyüktü. Bugün bile halkımız orijinal resimler yerine hala takvim yapraklarını, posterleri çerçeveleyip duvara asmakta; ruhlarından arınmış resimlerle avunmakta. Işığın ve rengin peşinde koşan tüm ressamlar gibi Zeki Faik İzer de öncesinde Van Gogh, sonrasında Matisse ve Picasso gibi Güney Fransa'nın yolunu tutmuş; ritmik bir dinamizm ve özgün bir yorumla çok renkli soyut çalışmalar ortaya koymuştur. 1982'de Paris'te izlediği ressam Manessier'in halı sergisinden etkilenir ve bir dizi halı yapar. Bunlardan Halk Bankası kolleksiyonundaki 241x117 cm ölçüsündeki Selçuklu döneminin simgelerinden çift başlı kartal motifinin işlendiği çalışma dikkat çekicidir.

Her daim renkçi bir üslubu benimsemiş, Türk resminin soyut lirik ressamı Zeki Faik İzer resim tarihimizde derin bir "iz" bırakarak İstanbul'a dönüşünden dört yıl sonra 1988 yılında vefat eder.

Sergi gerçekten nefes kesici idi. Akşama doğru Sergi'den ayrılırken, ne tesadüftür ki Akademi'de fotoğraf hocalığı da yapan İzer'in 1930-1940 yılları arasında çektiği fotoğraflarının sergilendiği salonda son günlerin popüler tartışması "Küratörlük" üzerine hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Hatırlarsanız Bedri Baykam sanatçıları "koyun" gibi güden "Küratörlük" anlayışına karşı çıkıyor ve AKM salonlarına bir çoban ile koyun sürüsünü getirerek bu anlayışı protesto ediyordu. Paneli dinlemeden edemedim.

Kaynakça: -Enlem 80 yayınları tarafından yayınlanmış Zeki Faik İzer kataloğu.
-Aralık 2000 tarihinde TCMB tarafından düzenlenen sergi kataloğu.
-Dr. Erdoğan Tanaltay'ın 1989 tarihli "Sanat Ustalarıyla Bir Gün" kitabı. 


Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...

 
 'İLK MECLİS' VE CUMHURİYET'İN BİR 'İLK RESSAM'I: Refik EPİKMAN
 Nene Hatun caddesi'nde 114 numaralı şirin ev. İki katlı özgün bir mimariye sahip, çam ağacının gölgesindeki bu evde bir zamanlar ünlü bir ressam yaşarmış. İnanılır gibi değil, hem de genç Cumhuriyet'in ilk ressamlarından biri: Refik Epikman.

Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Kıymet Giray, 1974 yılında vefat eden sanatçının evini 1982 yılında ressam Mahmut Cuda ile birlikte ziyarete gittiğinde Refik Epikman'ın eşi ile tanışmış, bu evden çok etkilenmiş, ancak kısa bir süre sonra boşaltılan bu evin sanatçının anısının yaşatılabilmesi için neden 'müze-ev'e dönüştürülemediğini düşünerek hayıflanmıştır. Öte yandan Refik Epikman'ın hayata veda etmeden birkaç gün önce ressam dostu Arif Kaptan'a "Sanata bu denli boş verilen bir memlekette bugüne kadar resim yapmakta direndiysek, bu hala içimizdeki sevginin sönmemiş olduğunu gösterir" şeklindeki sözleri sanatçının sitemini yansıtır.

''Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur'' diyerek güzel sanatların önemini vurgulayan Atatürk'ün kurduğu çiçeği burnunda genç Cumhuriyet tüm imkansızlıklarına rağmen büyük bir bilinçle daha 1926 yılında, sanata, özellikle de resim ve heykelin gelişimine katkı sağlamak amacıyla sınavı kazanan genç sanatçıları Avrupa'ya tahsile gönderir. Birinciliği kazanan Refik Epikman'ın da aralarında olduğu çağdaş Türk resmine öncülük eden Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Muhittin Sebati ve Cevat Dereli 2004 yılında Türkiye İş Bankası'nın 80. kuruluş yılı kutlamaları kapsamında İş Sanat Kibele Galeri'de düzenlenen 'Cumhuriyetin İlk Ressamları' başlıklı sergi ile anılmıştır.

Üç yıl Paris'te Julian Akademisi'nde çalıştıktan sonra yurda dönen Refik Epikman arkadaşları ile birlikte 'Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği'ni kurar. Dönüşte kısa bir süre Akademi'de hocalık yaptıktan sonra Akademi'den ayrılmak zorunda bırakılır ve 1932 yılında Ankara'ya gelerek 1966 yılına kadar görev yapacağı Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümünde çalışmalarına başlar. Ankara'da yaşadığı dönem boyunca pek çok faaliyette bulunur. Halkevleri'nde resim kolu başkanlığı yapar. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği'ne üye olur. Uluslararası Eleştirmenler Derneği'nin ("AICIA") 1954'deki kongresi nedeniyle YKB Bankası'nın açtığı "İstihsal" konulu yarışmaya katılır. Sanat üzerine yazdığı makalelerin yanısıra 1967 yılında Milli Eğitim Basımevi tarafından yayınlanan 'Kaplumbağa Terbiyecisi' resmiyle ünlenmiş Osman Hamdi (1842-1910) isimli kitabı başta olmak üzere yazdığı kitaplarıyla, Türkiye'de sanat yayıncılığının emekleme aşamasında olduğu bir dönemde, önemli bir hizmette bulunur.

Türk Amerikan Derneği'nde arkadaşları ile birlikte resim kursları vererek pek çok amatör sanatçının resme tutkuyla bağlanmasına ve Ankara sanat ortamının yaygınlaşmasına katkıda bulunur. Resme, gerçek anlamda bu merkezde Refik Epikman ile başlayan ressam İmren Erşen bakınız Hocası için neler söylüyor: "Refik hoca ile çalıştığım yıllarda resimde değişmeyen kuralları öğrendim. Eski dönemlerime baktığımda cahil cesaretiyle her şeyi yapabileceğimi zannediyordum. Hocam resmi öğretirken hatalarımda bana gülüyor, ancak şevkimi hiç kırmıyordu. Bana göre bu nokta çok önemli bir özelliktir. Hocam ayrıca beni korkunç derecede çalışmaya teşvik ediyordu. Öyle ki haftada 100 desen çizmemi istiyordu." Diğer taraftan Ankara Radyosu'nda resim sanatı ve güncel sergiler üzerine konuşmalar yaparak halkın kültür düzeyini ve estetik beğenisini yükseltmeye çalışır. Akademide, o zamanki adıyla 'Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali'sinde İbrahim Çallı'nın atölyesinde yetişen Refik Epikman "Ben Çallı'dan fazla bir şey öğrenmedim. Ancak, öğrendiğim önemli bir şey çalışma heyecanıdır. Bu heyecanı bize o vermişti" diyerek yüreğinde hiç sönmeyen bu heyecanın önemini vurgular.

İki-üç metrelere yaklaşan ölçülerdeki 'İlk Meclis' Binasını ve Mustafa Kemal Paşa'yı betimleyen anıtsal resimlere sadece genç Cumhuriyet'in parlayan ışığı sinmekle kalmaz aynı zamanda kompozisyon ve renk armonisi ile birlikte sağlam desen bilgisinin izleri yansır. Kurtuluş Savaşı Müzesi'nde yer alan bu resimlerin aslını izlemek için yazıma burada ara veriyor ve Ulus'taki 'İlk Meclis' Binasının yolunu tutuyorum. Öğle tatili olmasına rağmen bana izin veren yetkililer sayesinde Epikman'ın iki büyük resmi ile Saip Tuna'nın büyük boyutlu yağlıboya resimleri başta olmak üzere pek çok resmi yakından izleme fırsatı buluyorum. Bir taraftan Epikman'ın 'Atatürk Meclis'te Konuşuyor' isimli 100x145 cm.lik resmine bakarken koridordan başımı uzatarak 23 Nisan 1920'de 'Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temellerinin atıldığı pek çok tartışma ve millî kararlara sahne olan toplantı salonuna göz atıyorum. Tarihe tanıklık eden belge niteliğindeki bu resimde kürsüden locaya, sıralardan tavandan sallanan avizeye kadar hiçbir ayrıntı atlanmamış ve daha da ötesi pencereden sızan ışık resme de aynen yansımış. İnsan ister istemez duygulanıyor ve oracıkta zamanı geriye sarıp Atatürk'ün sesine kulak vermek istiyor.

Merkez Bankası Sanat Galerisi'nde 2001 yılında açılan Refik Epikman retrospektif sergisinin kataloğundaki 'Köşedeki Ev' resminde Ankara Kalesi'nin girişindeki saat kulesini ve o günlerin Ankara'sını izleyebilirsiniz. Ahmet Epikman kolleksiyonundaki 'Kızılcahamam' resminde kontrast renklerin armonisi ile birlikte sanatçının boya sürüşündeki ustalığa tanık olabilirsiniz. 'Maltepe'de Kar' isimli suluboya resminde macenta ve sarıya yaklaşan kahverengiler ile beyazların dengesi Ankara'da yaşanan kışın bütün sevecenliğini gözler önüne serer. Zeybeklerin resimlerini de izledikten sonra sanatçının yaşadığı kente olan vefa borcunu fazlasıyla ödediğine tanık oluyorsunuz. Öte yandan Boğaziçi, Rumelihisarı, Marmara adası resimleri ile kayıklar sanatçının denize olan sevgi ve tutkusunun izlerini taşır. 1937 tarihli İstanbul Resim Heykel Müzesi kolleksiyonundaki 'Bar' isimli resim dansın devinimini sergileyen ilgi çekici resimlerden birisidir. İnşaacı tasarım, duyarlı ve lirik yaklaşım, renk paletinin zenginliği hemen her resminde göze çarpar. Batı sanatında 1950'lerde başlayan soyutlama fırtınasının bir yansıması olarak 1960'lardan başlayarak resminde soyutlama görülür. Başlangıçta figüratif resmi geometrik biçimlerle kurgularken daha sonraları soyut biçim uygulamalarına ve geometrik parçalanmalara yönelen sanatçı 1974 yılında Devlet Resim Heykel Sergisinde 'Şeref Ödülü'ne layık görüldükten bir gün sonra sanata ve hayata veda eder.

Alpay'ın 'Eylül'de Gel' isimli şarkısı kulaklarımda çınlıyor. Sanat serüveninin ivmelenmeye başlayacağı Eylül ayını iple çeker oldum.

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

Kaynakça: Merkez Bankası Sanat Galerisi'nde 2001 yılında açılan Refik Epikman retrospektif sergisi anısına bastırılan katalog.

  Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...

 
'YÜZ YÜZE - GÖZ GÖZE'
 
OTOPORTRE
Empresyonizm (İzlenimcilik) ve Ekspresyonizm (Dışavurumculuk). Sanat tarihinine damgasını vurmuş iki büyük akım. Doğayı izlemekten, taklit etmekten sıkılan ressam, insan benliğinin sahip olduğu sırları keşfe çıkmıştır. Duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı Ekspresyonizm'in temel öğesi figürden hareketle 'portre'dir. Mantığın ve duygunun izleri sadece ve sadece insan yüzüne yansır. Kimi zaman, bu izler doğal bir şekilde yansırken, kimi zaman da insan adeta tiyatronun sembolü olan maskelerden takınarak gerçek yüzünü saklamaya çalışır. Ancak, unutulmamalıdır ki "gözler kalbin aynasıdır."

Başlangıçta krallar, hükmedenler, zamanın ünlü ressamlarına portrelerini sipariş etmiş, böylelikle saray ressamları türemiştir. Teba toplumundan birey toplumuna geçişle birlikte bu kez de ünlü, zengin ve popüler şahsiyetler yaşamın faniliğinden hareketle ve bir "iz" bırakabilmek, suretlerini olsun yaşatabilmek kaygısıyla tuvalin karşısında yerlerini almışlardır. Yine bu dönemden başlayarak sanatçı etkilendiği, ilgi duyduğu yüzleri resmetmeye, sanatının ve duygularının izlerini bu portrelere yansıtmaya başlamıştır. "Da Vinci'nin Şifresi"ne de konu olan Leonardo'nun 'Mona Lisa'sı ('La Joconde') saflık, zerafet, belli belirsiz bir gülümseme ile etkileyici, düşündürücü ve yanıltıcı şekilde şifreli ("enigmatic") bir bakışı da beraberinde barındıran dünyaca ünlü gizemli bir portredir. 

Portre örneklerini resim sanatının yanısıra fotoğrafta da görmek mümkündür. Ara Güler '100 Yüz' adlı kitabında Türk Edebiyatının Yüzleri'ni ölümsüz kılmıştır. Tam da bu noktada resim ile fotoğrafın farkı enikonu ortaya çıkmaktadır. Bir "t" anında çekilen fotoğrafta 'görünenin görünmeyen yüzü'nü yansıtmak hiç de kolay değildir. Çok özel çaba ve vizyon gerektiren bu durumu ancak Ara Güler gibiler başarabilir. Bu konuda daha şanslı olan resimde bu hem kolay, hem zordur. Sanatçı çizgi, renk, leke ve benek gibi resmin enstrümanlarından faydalanmak suretiyle yaratıcılığının sınırlarını zorlar. 'Vesikalık' benzetimden çok poz verenin kişiliğini, karakterini, iç dünyasını ortaya koyan bir benzerlik arayışı içine girer. Karşılaştığı insanların yüzlerini resmeden sanatçı, kimi zaman da başka başka yüzlerde kendi ifadesini, kendi yansımasını bulur; tıpkı berrak bir suda kendini izler gibi. Orhan Peker, figür resimlerinde, çocuk yüzlerine kendi gözlerinden yansıyan hüznü iliştirmiştir. Portrenin hakkını verebilmek için fiziki benzerlikten çok daha önemlisi o kişiyi, o yüzü yakından tanımaktır. Aksi takdirde resim, yavan, cansız bir portreden öte gitmez. Bir Aşık Veysel portresi, Narmanlı Han'dan yansıyan bir Aliye Berger portresi Onlar'ı Onlar'ın anlatamayacağı kadar iyi anlatır. Çünkü Onlar Peker'in yakından tanıdığı dostlarıdır. Sırasında 'berberlerin berber koltuğuna oturması' gibi ressamın modeli yine bir ressam da olabilir. Bu noktada, sanatçı Andre Derrain'in resimlediği Henri Matisse portresi ile Cemal Tollu'nun resmettiği Eşref Üren portrelerini iyi birer örnek olarak sıralayabiliriz. 

Zamanla nasıl değişiyor insan

Modelinden ayrılan, odasına kapanan, kendisi ile baş başa kalan ressam, yalnızlığını unutmak istercesine aynanın karşısına geçer ve kendisine, ruhunun derinliklerine seslenir; kendisi ile 'gözgöze' gelir. Bunun adı 'yüzleşme'dir. Kendi yüzünü sorgular, adeta kendisiyle hesaplaşmak-yüzleşmek adına 'otoportre'sini* resmetmeye başlar. Van Gogh'un kendi portreleriyle yüzleşmeye başlaması modele ödeyecek para bulamadığı dönemlere rastlar. Bunun sonucu olarak, satın aldığı aynadan faydalanarak otoportrelerini resmetmeye başlar; iki yıllık Paris döneminde 20 kadar resmini yapar. Bu resim dizilerinden portrelerindeki renk ve stil farklılıklarını okumak mümkün olur. Başlangıçta kullandığı ağırbaşlı renkler sarı, kırmızı, yeşil ve mavilere dönüşürken fırça vuruşları da Empresyonistlerin kesikli çizgilerine bürünür. Kız kardeşine yazdığı mektupta, amacının aynı kişinin birbirinden çok farklı pek çok portresinin yapılabileceğini göstermek olduğunu anlatır. Tam da bu noktada Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Otuz Beş Yaş" şiirinin Van Gogh ve 'otoportre'leri ile özdeşleşeceğini düşünüyorum: 

"Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan."
"Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk kapılan bir insanım ben" diyen Van Gogh birbirinden özgün pek çok otoportresini resimlerken 'değişende değişmeyeni', kendi özünü aramıştır. Gaugin ile kavga ettikten sonra kestiği kulağını bandajlar bandajlamaz, bunun gerçek nedenini ararcasına yine kendisi ile yüzleşmek için tuvalin başına geçmiştir. Bir tedirginlik, bir gerilim sinmiştir yüzüne. 

Çok arayan, çok deneyen, cebinden kalemini, elinden fırçasını düşürmeyen, parmakları her daim boyalı ressamımız Bedri Rahmi Eyüboğlu yaşamının her döneminde sanki günlük tutarcasına kendi yüz motifini kağıtlara, yazmalara resmetmeyi ihmal etmemiştir. Bir tür iç hesaplaşmaya girişerek resmettiği otoportrelerine 'Bedros' adını vermiştir. Haşmetli Karadenizli burnu çenesine değdi değecek, simsiyah, kıvır kıvır saçları önüne düştü düşecek, sanatçı duyarlılığını yansıtan zeytin tanesi gözlerini dikti dikecek bu portrelerdeki özgün yorumu usta işidir. Doludizgin didinen, delifişek, çakmak çakmak parlayan uçarı mizaçlı sıcakkanlı bu adamın ruh halini otoportrelerine bakarak da keşfetmek mümkündür. Nuri İyem ise önce yüzlerle, çehrelerle sarmalamakta insanı. Sonra gözler. O gözler ki asla ve asla yalan söylemezler. Kayan gözler, mahzun bakışlar. Türk resminde özellikle Anadolu kadın portreleri ile öne çıkan özgün isim Nuri İyem'i de anmadan geçemeyeceğim.

 Asla hayallerimi resimlemedim.

Aliye Berger'in aşkını gravür plakalarına kazıdığı gibi Frida Kahlo da sanki acılarını kazımaya gelmiştir bu dünyaya. Kendisini sürrealist olarak değerlendirenlere "Ben sürrealist bir ressam değilim. Asla hayallerimi resimlemedim. Yalnızca kendi gerçeğimi resimledim" diyen Kahlo'nun resimlerindeki imgelerin, duygu yoğunluğunun, fiziksel ve psikolojik acının en yalın açıklaması, onun yaşam öyküsünde ifadesini bulur. Acı ve umut onun resimlerinde iç içe geçmiştir. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci sonrasında bir bacağı özürlü kalmış ve kendisine 'Tahta Bacak Frida' denmiştir. Bu yetmezmiş gibi 18 yaşında geçirdiği trafik kazası sonrasında ölen yolcuların arasından bacağı ve omurgası kırılmış, omzu çıkmış şekilde yaralı kurtulurken demir bir çubuk vücudunu delip geçmiştir. Artık, kolu-kanadı kırılmış bir güvercin gibidir. Babası sara hastasıdır, annesinden pek hazetmemektedir. Hani hepimizin bildiği bir halk türküsü vardır:

"Amman avcı vurma beni 
Ben yaralı aybalam yaralıyam 
Yaralıyam ben yaralı 
Avcı vurmuş aybalam yaralıyam" 
İşte, Kahlo da bir resminde kendini oklarla vurulmuş bir ceylan olarak resimlemiştir. Onun için bu dünya tehlikelerle, acılarla doludur, hep saklanmak, hep sakınmak zorundadır kendisini. Ama buna rağmen de umudunu yitirmemeye, başını hep dik tutmaya gayret etmiştir.

Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam

Frida geçirdiği trafik kazası sonrasında acılarını bir nebze olsun dindirebilmek amacıyla zaman zaman kendisini izlediği aynasından da faydalanarak resim yapmaya başlamıştır. Çektiği acılar hiç dinmemekle birlikte "Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam" diyerek acılarını, ağrılarını kanıksar. Resimlerini göstermek için gittiği Meksikalı ünlü ressam Diego Rivera ile tanışır ve 1929'da evlenir. Kahlo'nun "Ben Diego, Evren Diego" diyerek yaşadığı tutkulu aşk zaman zaman sekteye uğramış, gebelikleri düşükle sonuçlanmış; boşanmış, tekrar Diego ile evlenmiştir. Rahatsızlıkları ve ağrılarının giderek artması sonucu 1954 yılında akciğerlerindeki damarların tıkanması sonucu yaşama şu sözlerle veda eder: "Umarım gidişim eğlenceli olur ve umarım bir daha geri dönmem. (I hope the exit is joyful - and I hope never to come back.) " Yaşamla ölüm arasında salınan bir çizgide yaşama tutunmak, tarifsiz kederler ve acılar içinde yaşama katlanmak, uzunca bir süre sedyeye çakılı kalmak Frida Kahlo'yu tamamıyla içe döndürmüş, cinsellik dahil yaşamındaki tüm perdeleri kaldırarak tüm çıplaklığıyla kendi yaşamını resimleri aracılığıyla dış dünyaya sergilemiştir. Bu aynı zamanda Kahlo'nun direncini ve cesaretini gösterir. Sanırım bu anlamda Kahlo, otoportre sanatının en iyi örneklerini vermiştir. Ünlü şarkıcı Madonna'nın Kahlo hayranı olması ve 50 kadar resmine sahip olması da bir rastlantı olmasa gerek! 

Frida Kahlo, Paul Cezanne ve Van Gogh gibi ressamların yanında en fazla kendi portresini resmeden sanatçının Rembrandt olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak, modernizm ile birlikte sanatçı kimliğin, bir birey olarak kendini sorgulaması; 'değişende değişmeyeni', 'görünende görünmeyeni' görmesi, kendisi ile 'göz göze' gelerek 'yüzleşme'si cesaretini gösteren iki sanatçı bana göre Vincent Van Gogh ve Frida Kahlo. Ortak yönleri ise aynalarına yansıyan yalnızlıkları ve ıstırapları. 

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

'otoportre'*: Sanatçının kendi yüzünü (portresini) resimlemesi.

 
 ZAMAN TÜNELİNDE BİR GEZİNTİ
Fethi ArdaBu ayki yazımın konusunu belirlemekte hayli zorlandım. Bunun en belirgin nedeni sergi sezonunun sona yaklaşıyor olması idi. Gerçi, İstanbul'a yaptığım 2 günlük seyahatten de umduğumu bulamamıştım. Zira, Evin sanat galerisindeki Nuri İyem anısına düzenlenen retrospektif sergi ben yetişemeden birkaç gün önce kapanmıştı. Yaklaşık 5 yıl önce AKM sergi salonunda izleme fırsatı bulduğum ressam Salih Turan - namı-diğer "Sali"nin yine aynı salonda düzenlenen "Yol Poşadları" * sergisini de göremedim. Otele ulaşmak için Beyoğlu'nda ilerlerken Yapı Kredi Kazım Taşkent sanat galerisinin önünde durakladım. Vitrinden ressam Ömer Uluç'un üç boyutlu işleri gözüme çarptı; salonun kapısını yokladım, kapalı idi. Ne yapalım, bu kez şans yüzüme gülmemişti. Biz de akşam arkadaşlarla birlikte soluğu Nevizade sokakta aldık. Balık ve rakı eşliğinde başladık koyu bir sohbete...

''1800'lerden Günümüze Zamanın Belleği''

Gazete haberlerinden birinde Halkbank'ın resim kolleksiyonundan seçkileri Ankara Resim Heykel Müzesi'nde sergileyeceğini duymuş, açılış gününü öğrenmiştim. Ancak o gün kızımın diş randevusu vardı. Yine de dönerken şansımı bir denemek istedim; ancak Müze'nin girişi ana baba günüydü. Koruma ordusu ve protokol Müze'yi çevrelemişti. Eskaza araba ile içeri girebildiysem de davetiyem olmadığı ve o gün resepsiyon olduğu için geri çıktım. Nihayet, takip eden haftasonu Pazar günü izleyebildim sergiyi. İki büyük salona yayılan sergi Halkbank'ın 68. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında ''1800'lerden Günümüze Zamanın Belleği'' adını taşıyordu. 145 eserin ilk kez sergilendiği gerçekten görkemli bu sergide seçkin sanatçıların seçilmiş eserleri sergileniyordu. Sergi, sadece Halkbank'ın resim koleksiyonunun gelişimini sunmakla kalmayıp, resim tarihini geniş bir perspektiften değerlendirme, ayrıca sanatçıların zaman Orhan Pekertüneli içerisinde sanatlarındaki değişimi gözlemleme olanağı da sunuyordu.

Söbütay Özer Hoca'nın mavi bir "Vosvos" otomobili kırmızı çiçeklerin arasına sakladığı 1980'li yıllara tarihlenen resmi ilgi çekici idi. Muharrem Pire'nin dörtnala koşan üç atı adeta bulutlarla yarışa tutuşmuştu. En eski Ankara ressamlarından biri olan İhsan Cemal Karapurçak'ın bozkır Ankara'sını resimlediği, sıcak renklerin, pastel tonların hakim olduğu resim hemen dikkkatimi çekti. İstanbul'daki retrospektif sergiden sonra, bu yıl Orhan Peker resimlerine doymuştum adeta. Ama sergide iki günebakan çiçeğini sarmalamış bir figürün resimlendiği 1975 tarihli son dönem - Ayvalık dönemi - 128x137 cm boyutlu Peker resmini izlemek benim için sürpriz oldu. Salih Acar sanki sevgiliye haber ulaştırmak için dizilmiş, kanat çırpan dört turnayı resimlemişti. Turan Erol'un önceden sadece katalogda gördüğüm, ama hep dikkatimi cezbeden beyaz lekelerle çevrili "Bodrum" resmini de bu sergide izleme fırsatını buldum. Fethi Arda'nın zeytin ağaçlarının gölgesindeki Bodrum evi önündeki 3 figürü resimlediği çalışma, sıcak Akdeniz kasabasının tüm şiirselliğini taşıyordu. Avni Arbaş, Hamza İnanç, Zafer Gençaydın, Habip Aydoğdu ve Hasan Pekmezci de belleğimde yer eden ressamlardan birkaçı idi. Bu görkemli serginin düzenlenmesinde sanat danışmanlığını Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden Prof. Dr. Hasan Pekmezci üstlenmiş. Ancak, yine de böyle değerli bir serginin yeterince duyurulamaması, resimlerin sadece 2 hafta için sergileniyor olması, diğer taraftan da hakettiği ilgiyi görememesi hem üzücü idi, hem de bu görkemli resimleri adeta öksüz bırakıyordu. Sergilenen resimleri belgelemek açısından bastırılan katalog sanatseverleri sevindirecek nitelikte idi.

İçinden tren geçen sergi
Muharrem Pire
İçinden tren geçen sergiyi de ne yapıp edip izleme fırsatı buldum. İsmini şair Baudelaire'in, "Buradan Çok Uzakta" adlı şiirinden alan sergi, tarihi Ankara Garı'nda düzenlenmiş. İzleyiciler, aslında yolcular demek daha doğru, sanatçıların işlerinin arasından geçerek uzun ve keyifli bir yolculuğa adım atmaktalar. Tren Garı'nda sanatseverlere videodan fotoğraflara, enstelasyondan üç boyutlu işlere, şemsiyeden peluş eserlere ve pullu mektup zarflarına kadar geniş bir yelpazede güncel sanat yaratımları sunulmakta. Sanatçılar ile yolcuları aynı çatı altında buluşturan mekânda anılar ve yaşananlar bir araya geliyor. Örneğin, peron önünde mektupların sergilendiği enstelasyon çalışması biraz sonra ayrılacak olan iki sevgilinin "veda"sına tanıklık ediyordu. Gar sergisini düzenleyen Döne Otyam, 'Alışılagelmiş bir sergileme anlayışından çıkıp en işlek kamusal alanda düzenlemek istedik. İnsanların uğrak yeri olan bu mekânda bireylerle sanatçıyı tek çatı altında buluşturuyoruz. Sanatçıyı, kapalı ve steril mekânlardan uzakta yeni bir yolculuğa, hayatın içinde dolaşmaya davet ediyoruz" yorumunu yapmakta.

Gidenlerin ardından...

Mayıs ayı mateme büründü adeta. Art arda 3 değerli insanı yitirdik. Selvi Boylum Al Yazmalım, Ah Güzel İstanbul, Hayallerim Aşkım ve Sen, Adı Vasfiye… Ve daha nicelerini gözler önüne seren, kadının sorunlarına cesurca eğilen, sinemamızın gurur kaynağı, duayeni Atıf Yılmaz Batıbeki'ni yitirdik. Artık hayat perdesi onun için bir daha aralanamayacak. Sinemada 50 yılın ardından "Bir Sinemacının Anıları" isimli kitabının önsözünde; "HayaGar Sergisitım boyunca ne günlük tuttum, ne de filmlerimle ilgili bir şeyler biriktirebildim. Ne senaryolarımı, ne de aldığım ödülleri… Evimde, çektiğim filmlerden birinin bile video kaseti yoktur desem, ihtimal inanmak istemezsiniz" diyen ve hâlâ dinamik, hâlâ şaşırtıcı olmayı başaran usta yönetmen Atıf Yılmaz, sinemada bir ömür ayakta kalmayı bu özelliğine bağlıyor ve ekliyor: "Nostalji kavramıyla uzak yakın hiçbir ilgimin olmaması, geçmişte olan her şeyi kafamdan silip atma, reddetme eğilimim ve hep ileriye, geleceğe doğru bakarak yaşamayı seçmem." 80 yaşında yitirdiğimiz bu koca çınar için başta eşi Deniz Türkali ile kızı ressam Kezban Arca Batıbeki olmak üzere tüm sinemaseverlere başsağlığı diliyorum.

Erdal Öz ismi ile Can Yayınları'ndan çıkan "Gülünün Solduğu Akşam" kitabını okurken tanıştım. Bir döneme tanıklık etmeye çalışan kitabı için yazar Erdal Öz "öbür kitaplarımda da olduğu gibi 'insan'ı ele almıştım. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını 'insan' olarak yazmaya çalışmıştım. Onları, bir heykel, bir put, bir mit, bir bilimkurgu kahramanı gibi değil, ayakları yere basan, bizlerden biri gibi; korkuları, sevinçleri, acıları, hüzünleri, pişmanlıkları olan, yürekli, yiğit insanlar olarak dile getirmeye çalışmıştım." demiştir. Sadece yazıları ile yetinmemiş, kurucusu olduğu "kalp" logolu Can Yayınları vasıtasıyla pek çok yazarı edebiyat dünyası ve okurlarla tanıştırmıştır. Ne acı tesadüftür ki, "Gülünün Solduğu Akşam" hayata gözlerini kapamıştır.

"Şairim/ne zaman bir köy türküsü dinlesem/şairliğimden utanırım" diyerek türkülerin hakkını teslim etmişti Bedri Rahmi Eyüboğlu. Çocukluğumun ilkokul yıllarında sabahları okula gitmek üzere hazırlandığım sırada bir Dadaloğlu şiiri olan "Kalktı Göç eyledi Avşar illeri" diye başlayan türkü hala dün gibi kulaklarımda çınlar. "Bozkırın Tezenesi" Neşet Ertaş'ın türküleri ve kendine özgü yorumu insanı içine çeker. "Haydar, Haydar, Haydar!" türküsü ile belleklerimizde iz eden ünlü halk ozanı Ali Ekber Çiçek de kayan yıldızlar arasında artık; ancak "hoş bir sada" olarak seslenebileceTuran Erolk biz türkü dostlarına. Halk ozanı Ali Ekber Çiçek'in''Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygı ile, küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim."sözleri hayli düşündürücüdür.

Gidenlere ağıt olsun: "Hazin Hazin Eser Seher Yelleri"...

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

* "Poşad" (Fransızca Pochade): Doğrudan doğruya doğa içinde yapılan renkli yağlıboya küçük resim eskizi.

Not: Sergi fotoğrafları Alaattin Bender tarafından çekilmiştir.

  Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
                                                     SANATA ÇAĞRI
Mart ayında, İzmir’e görevli gidişimde geçirdiğim bir gün içerisinde akşam mesaisi bitene kadar görevimi yerine getirmenin rahatlığı, ancak müze kapanışına 1 saatten az kalmasının verdiği acelecilikle Konak Meydanından bir taksiye atladığım gibi ikinci kordon üzerinde Ege Palas Otelini biraz geçtikten sonra restore edilmiş iki katlı ahşap şirin yapının önünde bitiverdim. Burası eski bir konaktan dönüştürülmüş Selçuk Yaşar Resim Müzesi idi. Hani, şu geçen sayıda da adı geçen DYO Resim Yarışmaları’nda ödül alan resimlerin sergilendiği mütevazı bir müze. Öyle ki, ahşap merdivenlerden üst kata çıkar çıkmaz merdivenin solunda, köşede Söbütay Özer’in DYO ödülü alan dolmuş kahyasını resimlediği büyük boyutlu “Kahya” resmi oracıkta asılı duruyor. Burada hemen belirtmeliyim ki, dergide veya internet sayfasında bir resmi izlemekle resmin karşısına geçip izlemek arasında gerçekten çok fark var. O mavilerin arasında prusya, ultramarin, kobalt, serilyum mavileri ile birlikte ne morlar, lacivertler gördüm bilemezsiniz. Rengarenk bir renk şöleni. Birden geçmişe döndüm ve kendimi o dolmuş durağında dolmuş beklerken çevreme bakar buldum; öyle ki kahya da atkısını boynuna dolamış, bir taraftan yolcuları izliyor, diğer taraftan soğuktan titriyor. Renklerin yansıdığı, fırça hareketlerinin aksettiği boyalı yüzeylerdeki kıvrımlar ve ritm kış izlenimini enikonu vermekte, insanı ürpertmekte. Bu arada, uzun yıllar çizgisinden hiç sapmadan özveriyle resim yapmaya devam eden ve son DYO ödüllerinden birini alan Tayyar Eren’in figür resmi de oradaydı. Ancak, mekan sıkıntısı nedeniyle DYO Resim Yarışmalarında ödül alan tüm resimleri görmek olası değildi.
Devlet Resim Yarışmaları ile birlikte anılan en prestijli  DYO Resim Yarışmalarını 1967 yılından beri düzenleyerek sanatçıları resme teşvik eden ve daha ileri giderek bir resim müzesi yaratan Selçuk Yaşar’a kendi adıma takdir ve şükranlarımı sunuyor ve bu tür çabaların pek çok kurum ve holdinge örnek olmasını temenni ediyorum. İlki 1967 yılında düzenlenen yarışmaya 91 sanatçı 271 eseriyle katılmışken 1997 yılındaki 28. DYO Resim Yarışmasına 516 sanatçı 984 eseriyle katılmıştır. 30 yıllık süreçte resme ve yarışmaya olan ilginin artışını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu arada, DYO Resim Yarışmalarında ödül alan resimleri gösteren çok güzel tasarlanmış şahane Müze kitapçığını da bağış karşılığında almadan edemedim. Ressam Mehmet Güleryüz’ün rengarenk, kıvrak desenlerinden oluşan enfes sergisini de bir çırpıda izleme fırsatını elde ettim.
Bitmedi!. Çıkışta Yapı Kredi Kültür Yayınları (YKY) ofisinin önünden geçerken Yaşar Kemal’in İnce Memed-1 kitabını satın aldım. Yeniden basımı yapılan 4 serilik bu kitabı eşimin de önerisiyle kütüphanemize kazandırırak çocuklarımıza miras olarak bırakmayı planlamıştık. Tabii, İnce Memed-1 ve 2 serilerinin bizim için ayrı bir önemi vardı; hatırlarsanız merhum Avni Arbaş çizmişti kapak resimlerini. Kitabın kapağında, engin gökyüzü altında ayakları yerden kesilmiş dörtnala koşan atın yelelerine doğru öne eğilmiş, tüfeğini omzuna asmış İnce Memed mücadeleci ruhuyla resmedilmişti. Sanki, Cem Karaca’nın “… arap atlar yakın eder ırağı; ferman padişahın dağlar, dağlar bizimdir…” şarkısını mırıldanır gibi. Kitabımı aldıktan sonra bir iki sahaf  dolaştım ve bir tanesinin tozlu rafları arasında, Orhan Peker’in İspanya seyahati sırasındaki izlenim ve resimlerinin derlenerek YKY tarafından yayınlanan 1995  basımı “İspanyol Defteri” isimli kitabına dahi rastlayabildim. Hepsi, birer güzel anı olarak daha şimdiden belleğimdeki yerini aldı bile. Sağolasın İzmir. Sağolasın hayat. “C’est La Vie”.
Eczacıbaşı Topluluğu da ülkemizin ilk sanal müzesi olan “Eczacıbaşı Sanal Müze”yi (www.sanalmuze.org) kurmuş ve gerçekten sanatseverlerin vazgeçemediği bir site olmuştu. Sergiler, sanatçı atölyeleri, kolleksiyonlar gibi pek çok bölümü barındıran sitede siz de sergilenen resimlerden seçim yaparak kendi sanal kolleksiyonunuzu oluşturabilir, dilerseniz siteye üye olarak yeniliklerden haberdar olabilirsiniz. Bu arada en büyük temennim, sanat tarihimizde yerini almış şimdi hayatta olmayan sanatçılarımızdan başlayarak hayatlarına ve ulaşılabilecek tüm eserlerine (yayınlanmış eleştiriler dahil) ilişkin kapsamlı bir arşiv çalışmasının yapılması ve internet ortamında sanatla ilgili her kesimin ortak kullanımına açılması. Böylelikle hem resim sanatımızın gelişimine hem de uluslararası platformlarda tanıtılmasına büyük katkılar sağlanacağından her türlü kurum ve sanatla ilgili her kesimin bu konuda üzerine düşen katkıyı yapmasını temenni ediyorum. Bir örnek olması açısından Evin Sanat Galerisinin sanatçı Nuri İyem için bir CD hazırladığını müjdelemek isterim.
Mart ayının öne çıkan sergileri arasında Ankara’da Ferruh Başağa, Mürşide İçmeli ve Habip Aydoğdu sergileri ile İstanbul’da Kibele sanat galerisindeki Devrim Erbil retrospektif sergilerini sıralayabiliriz. Rengarenk günler dileğiyle...
Alaattin BENDER
     Alaattin BENDER                                                                            Ustaların İzinde...
 
 SOBABAŞI SÖYLEŞİLERİ VE SANAT PENCERESİNE BİR BAKIŞ   
Lise sonda mı idim, yoksa Üniversite hayatımın başında mı, pek kestiremiyorum. 1980 önceİsmal Gümüşsi veya 1980'li yılların başı idi. Kızılay'dan Tuna sokağa girişte solda, İş Bankası Şubesi'nin karşısında o zamanlar adını pek kestiremediğim, ama sanatseverlerin toplandığı bir adresi keşfetmiştim; çekinerek de olsa birkaç kez içerinin havasını soluduğumu hatırlıyorum. Can Dündar'ın "1979 Ajandası"na tarihleriyle kaydettiği:

"16 Ocak - Sanatsevenler Derneği'nde Uğur Mumcu söyleşisi,
18 Ocak - Sanatsevenler'de Müjdat Gezen söyleşisi,
22 Ocak - Sanatsevenler'de Attila İlhan söyleşisi,
23 Ocak - Sanatsevenler'de Aziz Nesin söyleşisi
gibi bir neslin, bir ülkenin, bir şehrin, bir kültürel iklimin bilançosunu"
 gözler önüne serdiği ve "… Dilerim Başkent yeniden kültürle, sanatla buluşur. ... Ve sahip çıkarlar şairlerine, yazarlarına, aydınlarına…" sözleriyle temennide bulunduğunu sanırım birileri duymuş, okumuş olacak ki kapanan "Sanatsevenler Derneği"nin yerine kurulan, şimdilerde Gençlik Parkı'ndaki Evlendirme Binası'nda hizmet veren "Sanat Kurumu"nun bir süredir Cumhuriyet Gazetesi'nin kültür-sanat sayfasındaki ilanlarında duyurulan "Sobabaşı Söyleşileri"nden bahsediliyordu. Sanat Kurumu'nun pazartesi günleri düzenlediği bu söyleşilere katılmak için adeta fırsat kolluyordum.

Bülten yazımı ertelemek pahasına 27 Şubat pazartesi akşamı "Sobabaşı Söyleşileri"nde sanatçı İsmail Gümüş'ün "Gümüş'çe Söyleşiler"ini dinlemek, o atmosferi solumak için Gençlik Parkı'nın yolunu tuttum. Gençlik Parkı'nın ışıkları sönmüş, neredeyse karanlığa terkedilmişti. Evlendirme Binası'nın üsEşref Ürent katındaki odaya girdiğimde sanatseverler "Sobabaşı"nda kümelenmiştiler. İsmail Gümüş, yetişmesinde büyük katkısı olduğunu vurguladığı Köy Enstitüleri'nden bahsederek konuya giriş yaptı. Önce şiirlerinden örnekler okudu. "İncesu Deresi", "Cebeci Köprüsü". Şiirleri öykü tadında idi. Bundan dolayı olacak öykü de yazmaya başlamıştı. 1994 tarihinde yayınlanan "Deli Balkan Yeli" öykü kitabından "Kaktüsler Susuz da Büyür" öyküsünü nefeslerimizi tutarak dinledik. İstanbul'da varlık savaşı veren, kendisini İtalyan ressam "Modigliani" ile özdeşleştiren, Fransa'nın onu horlamasını, genç yaşta hayata veda edişine kadar değerini bilmeyişini eleştirirken, kendisini dışlayan İstanbul'a sitemini, oradan trenle Kars'ın Susuz ilçesine gidişini, sonrasında tekrar İstanbul'a dönüşünü ve özlemlerini anlattığı şiir gibi bu öykü herkesi alıp bir yerlere götürmüştü. Sanatçıya bu kitabı nasıl temin edebiliriz diye sorduğumda "şimdilerde edemezsiniz, ancak İş Bankası'nın yeniden basma ihtimali var" yanıtını aldım. Şairliğinin ve yazarlığının yanısıra gerçekte İsmail Gümüş Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümünden mezun bir ressamdı. Ancak, resimden bahsetmeye zaman yetmedi.

Ayrılırken Sanat Kurumu'nun yeni dönem başkanı İlker Çetin ile ayaküstü sohbet ettik. "Sobabaşı Söyleşileri"nin Kasım ayından bu yana devam ettiğini öğrendim. Projeleri ve çabaları koNeveser Aksoynusunda bilgi aldım. Kışın aşağıdaki büyük salonu ısıtamadıklarından Sobabaşı'na kümelendiklerini, binanın eksikleri olduğunu ve sorunların çözümü için desteğe ihtiyaç duyduklarını belirtti. Bu konuda tüm sanat dostlarının, iş adamlarının gerekli ilgi ve katkıyı göstermesi ve medyanın da buna destek olması gerekir ki bu ateş körüklensin ve toplumumuzun kültürel ve sanatsal belleği yükselsin. Bu sayede dilerim "…Böyle bir ajandadan çıkıp geldik biz..." diyen Can Dündar'lar gibi daha niceleri yetişir.

Yine geçmişe döneceğim, sanırım 1995 yılıydı. Meşrutiyet caddesinde, şimdilerde yerinde yeller esen İş Bankası Sanat Galerisi'nde tuval çevresinin pencere resimleriyle kuşatıldığı, en çok da renk renk mavi pencerelerin yer yer tüllerle kapatıldığı, kimi zaman ahşap pencere kayıtlarının tuvallere kol kanat gerdiği resimler belleğimde yer etmişti. Aradan 11 yıl geçmişti ki, Banka Kolleksiyonu'ndan seçilen Boğaziçi resimlerini izlediğim Merkez Bankası Sanat Galerisi'ndeki açılış günü akşamı bir tesadüf sonucu, Dışişleri Bakanlığı Sanat Galerisi'nde yine "pencere" temalı resimlerini sergileyen Neveser Aksoyile tanıştım. Sanatçı, sahip olduğu dört kıtadan "Camaltı Resimleri Kolleksiyonu"nu da kendi resimlerinin yanısıra sergiliyordu. Bu kapsamlı bir camaltı kolleksiyonu olup Pera Müzesi'nde de sergilenmişti. Hani hatırlar mısınız, eskiden Anadolu'da çok yaygın olan hemen her eve ya da köye girmiş, kuyruğu yılan formundaki cam üzerine resimlenmiş kadın figürü "Şahmaran"ı. Camaltı resim camın arka yüzeyine çeşitli boyalarla çalışılan bir tür soğuk resim tekniğidir. Zaman zaman pencere resimlerinde Sanatçı cam altı resim tekniğini de kullanmıştır.

Paris Sorbonne Üniversitesi'nde, 1990 yılında "pencere" teması üzerinde plastik sanatlar doktora tezini gerçekleştiren Neveser Aksoy adeta pencerelerle kendini özdeşleştirmiş; BodrumNeveser Aksoy, İstanbul ve Anadolu'da izlediği pencereleri yorumlamaktan hiç vazgeçmemiştir. Hayatın dışından pencerelerin-hayatın içine sızmış, iç dünyasını simgesel bir biçimde izleyici ile paylaşmıştır. "Üstün Yetenekli Çocuklar" bursundan yararlanarak resim eğitimini Paris'te tamamlayan sanatçı halihazırda yaşamını Paris'te sürdürmektedir.

Bilindiği üzere Avni Arbaş'ın atları "epik", Orhan Peker'in atları ise "lirik" idi. Hüseyin Şahbudak'ın at resimlerini ise "ritmik" diye nitelemek yanlış olmaz sanırım. Aritmetik diziler gibi yan yana sıralanmıştır at figürleri. Öyle ki, aralarında bazıları başlarını çevirerek, bazıları da ayaklarını kaldırarak "sıra"nın yarattığı monoton etkiyi "sıradışı" etkiye dönüştürür. Özellikle de bir düzine atbaşının iki sıra halinde yan yana sıralandığı at portreleri sanki insanların vesikalık portreleriyle örtüşür gibidir.

Saçlarındaki kaküller kimi zaman bir yana, kimi zaman da ortadan iki yana taranmış, bazen kaküller gözlerini kapatmış; alın ve burunlarındaki beyaz "nişan" çizgileri ile yüzler çeşitlendirilmiş, burun delikleri açılmış, biraz animatize edilmiş büyük boyutlu bu at resimleri ilgimi en çok çeken resimleridir Şahbudak'ın.
Hüseyin Şahbudak
Kimi atları asi, kimileri de muhlistir, tıpkı insanlarda olduğu gibi. Genel olarak "Vandyke" kahverengilerin, "burnt sienna" boyaların kullanıldığı, kırmızıya yaklaşan "indian red" renklerle çarpıcılığın yaratıldığı, siyah beyaz leke etkilerinin her daim önemsendiği, bazen de torbalı atbaşlarının çizildiği resimlerdir onlar. Resimde leke etkisinden sonra yer yer sert fırça darbeleri ile dışavurumcu bir etki yaratılmaya çalışılmıştır. Yem torbalı at figürlerini resimlerken kimi zaman yem torbası kahverengiye boyandıktan sonra bezle silinmek suretiyle tuvalin çuval etkisi yaratan dokusundan faydalanılmış, halk sanatımızda yer bulan geometrik kilim desenleri ile yem torbaları renklendirilmiştir. 1964 doğumlu sanatçı 1985 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümünden mezun olduktan sonra öğretmenlik için gittiği Karaman'da yakından gözleme fırsatı bulduğu atları bir daha tuvalinden hiç eksik etmemiştir.

Şimdiden yüreğim kıpır kıpır. Armoni Sanat Galerisi'nde açılacak olan, kendi kişisel sergimin açılışını da onurlandıran değerli sanatçıSöbütay Özer'in resim sergisini şimdiden iple çekiyorum.


İlgilenenler için:
"Sanat Kurumu"- Tel: 309 48 59

Alaattin Bender

Alaattin Bender
http://www.alaattinbender.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder